TCK m 22 Taksir Ne Anlama Gelmektedir?
MADDE 22.- (1) Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirttiği hallerde cezalandırılır.
- Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.
- Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır.
- Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir.
- Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir.
- Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.
22.maddede sübjektif sorumluluk hallerinden biri olan taksire ilişkin hükümlere yer verilmiştir.
Taksir Kavramı
Hukuki bir kavram olan taksir, “kusur” kökünden türetilmiş Arapça bir terim olup, hukuki anlamda failin suç işlemek istememesi ama buna rağmen hukuk düzeninin gereklerine de aldırmaması, sözlük (lügat) anlamına göre de; kusur etmek, vecibelerinin ifasında ihmal ve lakaytta bulunmak gibi anlamlar taşımaktadır.
Taksirin Tanımı
765 sayılı TCK.nun 45.maddesinde, suçun işlenmesinde kast kuralını koyduktan sonra, “failin bir şeyi yapmasının veya yapmamasının neticesi olan fiilden dolayı kanunun o fiile ceza tertip ettiği ahval müstesnadır” denilmek suretiyle bu kuralın istisnası belirtilmiş, bu hükme dayalı olarak bir yandan kastın aşılması suretiyle işlenen suçlardan dolayı, diğer yandan da istisnai (özel) bir kusurluluk şekli olan taksire dayalı olarak failin cezalandırılmasına olanak tanınmış bulunmaktaydı. Ancak, 765 sayılı TCK taksiri tanımlamamıştı.
5237 sayılı TCK.nun getirdiği yeniliklerden birisi de taksir kavramının genel bir tanımına yer verilmiş olmasıdır. Kanunun 22.maddesinin 2.fıkrasında taksir;
“Dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır.
Taksir kavramına getirilen bu tanım, doktrin ve uygulamada yapılan tanımındaki esaslı unsurları içermektedir. Taksirin doktrinde yapılan tanımlarından bazıları şunlardır;
Taner’e göre “fiilden doğan neticeyi ve zararı hiç istememiş olduğu ve fakat bunu tahmin etmesi mümkün olduğu halde, failin böyle bir neticeye sebebiyet veren tedbirsizlik, dikkatsizlik, ihmal ve nizamlara riayetsizlik gibi bir kusurunun bulunması” taksiri ifade etmektedir.
Keskin’e göre “ceza hukuku terimi olarak taksir; bir aldırmazlıktır. Fail sonucun meydana geleceğini kesin olarak bilseydi yine hareketi yapar mıydı? Cevap evet ise, kast, hayır ise taksir sözkonusudur. Taksir, sosyal ödevlere aykırı bir ihtiyatsızlık, yakını bile göremeyen boş verici bir tutumdur.”
Kantar, taksiri; “irade edilmeyen yani istenilmeyen fakat yasa tarafından suç sayılan bir neticenin vukuuna sebebiyet veren ve iradeye müstenit olan müsbet veya menfi bir harekette bulunmak hali” olarak tanımlamıştır
Şen ise, adi taksirin yanında bilinçli taksiri yani taksirin yoğun halini de kapsayan genel bir tanım yapmaktadır. Yazara göre, failin gerekli objektif dikkat ve özeni göstermeksizin bilerek ve isteyerek yaptığı hareketin sonucunda istemediği halde, ortak tecrübeyle öngörülebilir olan neticeyi öngörememesinden veya failin öngördüğü neticeyi gerçekleşmesini yine istememesine rağmen, bu durumu umursamayarak gerçekleşmesine neden olmasından doğan sorumluluğa taksir denir.
Taksirin Diğer Sorumluluk Türlerinden ve Benzer Kavramlardan Ayrımı
TCK.nun 22/2.maddesindeki tanım taksirli suçların tümünü kapsayacak niteliktedir. Diğer bir anlatımla, sadece taksirle öldürme veya yaralama suçları için değil TCK ve özel ceza kanunlarında yer alan taksire dayalı sorumluluk öngörülen tüm suçlar için geçerli bir tanımdır. Kanaatimizce, ceza kanunu uygulamasında taksirin hangi anlama geldiği hususunun TCK’da açık ve net bir şekilde genel bir tanımına yer verilerek düzenlenmesi isabetli olmuştur. Böyle bir tanımın bulunmadığı 765 sayılı TCK.nun yürürlükte olduğu dönemde, taksiri “neticesi önceden görülebilen hata” şeklinde tanımlayanlar olmuştur. Oysa “taksir ve hata” kavramları ceza hukukunda ayrılabilen ve fakat neticeleri olan kavramlardır. Hatada fiili ika kastı olmamakla beraber kasıtlı bir eylem vardır. Hatada netice kesinlikle bilinmez ve idrak edilemez. Halbuki taksirde sonuç önceden idrak edilebilir.
Taksirle karıştırılan diğer bir kavram ise “kaza” dır. Taksirle işlenen suçlarda olayın zararlı sonucunun idrak kabiliyeti bulunmalıdır. Halbuki; kazada, zararlı
sonuç en ince zeka ve muhakeme veya mantıkla dahi önceden idrak kabiliyetinin bulunmadığı esastır. Kazada alınması gereken bir tedbir veya gösterilmesi gereken bir dikkat, özen veya uyulması gereken bir emir veya kural sözkonusu değildir1201.
Taksir kavramı bir kusurluluk türü olarak kast ve kastı aşan fiil kavramlarından farklı cezai sonuçlara bağlanmıştır. Bütün ceza kanunlarında olduğu gibi, kural olarak suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır. TCK.nun 21/1.maddesine göre kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir. Bu itibarla kastta irade hem fiile hemde sonuca yönelmiştir. Oysa taksirli suçlarda irade fiile (harekete) yönelik olup sonuca kadar gitmez. Hareket kasıtlı değilse, kasttan veya kastın anlaşılmasından söz edilemez. Kastı aşan fiillerde netice kısmen dahi olsa görülmüştür. Halbuki taksirde netice hiç öngörülmemiştir. Yani iradenin neticeye hiçbir etkisi bulunmamıştır.
Taksirli Suçun Kurucu Unsurları
Kanunumuzda taksir istisnai bir nitelik taşıdığından, bir fiilin taksirli halinin cezalandırılabilmesi için bunun kanunda açıkça gösterilmesi şarttır. Nitekim 5237 sayılı TCK.nun 22.maddesinin 1.fıkrasında “Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirttiği hallerde cezalandırılır” denilerek bu husus belirtilmiştir. Bu hüküm kusurluluğun bir türü olan taksire dayalı sübjektif sorumluluğun yasal dayanağını oluşturmaktadır.
Ceza hukukunun temelini oluşturan suçun dört kurucu unsuru bulunmaktadır. Bunlar, kanuni unsur, maddi unsur, hukuka aykırılık unsuru ve manevi unsur (kusurluluk) tur. Buna göre taksirli suçun kurucu unsurları şöyle belirtilebilir;
Kanuni Unsur
Bir suçun unsuru olarak kanuni unsur, kanunda belirtilen tanıma uygun fiilin işlenmesi yani fiilin icra edilmesi demektir. “Suçta ve cezada kanunilik” ilkesi, hangi fiillerin emir ve yasak kapsamına alındığını ve karşılığında yaptırım öngörüldüğünün kanun koyucu tarafından düzenlenen ceza normlarında açıkça belirlenmesini gerektirmektedir. Her suçun koruduğu çeşitli hukuki yararlar vardır ve belirli amaçlar için konulan ceza normları sebepsiz değildir. Suçun kanuni unsuru, fiilin diğer hukuka aykırı fiillerden ayırdedilmesini de sağlamaktadır.
Suçlar kural olarak kasten işlenirler. Ancak istisnaen taksirle işlenen belli fiiller de kanunlarda suç olarak tanımlanmaktadır.
Nitekim, 5237 sayılı yeni TCK’da, “taksirle öldürme” (85.md.); “taksirle yaralama” (89.md.); “taksirli iflas” (162.md.); “genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması” (171.md.); “radyasyon yayma” (172/4.md.); “atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme” (173/2.md.); “trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma” (180.md.); “çevrenin taksirle kirletilmesi” (182.md.); “zehirli madde katma” (185/2.md.); “çocuğun soybağını değiştirme” (231/2.md.); “yasaklanan bilgileri açıklama” (336/2 md.) ve “taksir sonucu casusluk fiillerinin işlenmesi” (338.md.) olduğu gibi “kusurluluk halleri” gösterilerek kanuni tanıma uygun taksirli suçlar düzenlenmiştir.
Maddi Unsur
Bir suçun oluşabilmesi için, sorumlu bir kimse tarafından olumlu veya olumsuz bir fiil ile hukuk düzeninin ihlal edilmesi veya ihlali tehlikesinin ortaya çıkması gerekir. Maddi unsuru oluşturan fiil kavramı, hareketi, neticeyi ve hareketle netice arasındaki nedensellik bağını kapsar, hareket, yapma (icra) biçiminde olabileceği gibi yapmama (ihmal) biçiminde de olabilir. Hareketin dış alemde bir değişiklik meydana getirmesi neticeyi oluşturur. Ancak, netice gerçekleşmese dahi, yasada suçun tam cezasının verileceği öngörülen (neticesi harekete bitişik suçlar ile tehlike suçlarında olduğu gibi) durumlarda dış alemde bir değişiklik gerçekleşmesi (netice) aranmaz, dış alemdeki değişikliğin bir kimseye isnat edilebilmesi için, bu değişikliğin failin hareketinden doğması, diğer bir deyişle yapma (icra) veya yapmama biçimindeki davranışıyla dış alemde zarar veya tehlike biçiminde beliren değişiklik arasında, neden-sonuç ilişkisinin (nedensellik bağının) kurulabilmesi gerekir.
22.maddenin gerekçesinde de belirtildiği üzere, taksirli suçların belirgin özelliği, icrai ve ihmali şekilde olabilen iradi hareketin varlığı ve kanuni tanımda yer alan unsurlardan birinin öngörülmemiş olmasıdır. Fakat bu öngörmemenin “gerekli dikkat ve özen” yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla ortaya çıkması gerekir. Çünkü somut olayda gerekli dikkat ve özen gösterilmediği için kanunda tanımlanmış olan neticenin gerçekleşeceği öngörülmemiştir. Bu itibarla, failin suç tipindeki neticeye yönelik bir irade ile hareket etmemesine rağmen, toplum düzeninin zarar göreceği düşüncesi ve uyulması gerekli kurallara karşı zorunlu olan ve beklenen dikkat ve özenin gösterilmemiş olması failin sorumluluğunun esasını oluşturmaktadır.
Örneğin, TCK.nun 85.maddesinde düzenlenen “taksirle öldürme” suçunda, ölüm neticesinin meydana gelmesi ve bunu sonuçlayan icrai veya ihmali hareket suçun maddi unsurunu oluşturmaktadır. Ancak failin 85.madde uyarınca cezalandırılabilmesi için “ölüm neticesi” ile failin “taksirli fiili” arasında nedensellik bağı bulunması ve kusurunun da ayrıca sabit olması gerekir.
Bu dikkat ve özen yükümlülüğünün belirlenmesinde, failin kişisel yetenekleri göz önünde bulundurulmaksızın, objektif esastan hareket edilir. Nitekim toplum halinde yaşamanın güvenli bir biçimde sürdürülebilmesi için, çeşitli alanlarda kişilerin dikkat ve özenli davranmalarıyla ilgili kurallar konmaktadır. İnşaat faaliyeti, sağlık hizmetlerinin yürütülmesi ve trafik düzeniyle ilgili kurallar, dikkat ve özen yükümlülüğüne örnek olarak gösterilebilir.
Hukuka Aykırılık Unsuru
Yasal tanıma uygun olan fiilin suç sayılabilmesi için, o fiilin yapılmasına hukuk düzeninin izin vermemesi gerekir. Suçu, hukuka aykırı ve kusurlu biçimde işlenen bir insan fiili olarak tanımlayan suçun üçlü ayrımına göre, esas itibariyle hukuki varlık yada menfaatlerin uğradığı zarar yada maruz kaldığı tehlikenin, hukuka uygunluk nedenlerinin sistemleştirilmesi kaygısı ile unsur olarak benimsenmesi amacıyla hukuka aykırılık suçun bir unsuru olarak kabul edilmiştir. Bir unsur olarak hukuka aykırılık, öncelikle norm ile fiil arasındaki çatışma ilişkisini ifade eder. Objektif hukuka aykırılık, soyut tipin içindeki objektif bir haksızlığın (ihlalin) bulunması anlamına gelir. Bununla birlikte kanunen yasaklanmış bir davranış, hukuka uygunluk nedenlerinden birinin mevcudiyetiyle birlikte gerçekleştirildiğinde artık objektif hukuka aykırılığın ve dolayısıyla suçun varlığından bahsedilmesi mümkün olmamaktadır.
Hukuk düzeni sadece fiil ile ilgilenmediği gibi, sadece sübjektif boyutla da yetinmemektedir. Bir bütün olarak suç ile hukuk düzeni arasındaki çatışmayı ifade eder. Ortada ihlal edici bir davranış bulunmadığında, ödeve aykırılık bilinci yada belli bir davranış yada neticenin gerçekleştirilmesine yönelik iradenin varlığı yeterli olmamaktadır. Kusurluluk değerlendirmesi yapılabilmesi için her halde dışsal, objektif bir davranışa gereksinim vardır.
Yapılan hareketin hukuk sistemine aykırılığını belirten “hukuka aykırılık” unsuru, ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerin varlığı halinde, örneğin, kanunun hükmü ve amiri emri (24.md.), meşru savunma ve zorunluluk hali (25.md.), hakkın kullanılması (26/l.md) hallerinde olduğu gibi) gerçekleşmez. Ancak, ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerde sınırın kast olmaksızın aşılması halinde, fiil taksirle işlendiğinde de cezalandırılıyorsa, taksirli suç için kanunda yazılı cezanın altıda birinden üçte birine kadarı indirilerek hükmolunur (27/l.md.).
Manevi Unsur (Kusurluluk)
Manevi unsur, belirli bir fiil ile fail arasındaki psikolojik bağı ifade eder. Yani bir fiilin suç oluşturabilmesi için, kanuni tipe uygun ve hukuka aykırı bir fiilin iradi olarak işlenmiş olması yani somut olayda failin kusurlu bir biçimde hareket etmiş olması gerekir.
Taksirli suçlarda, sırf hareketin yapılması ve bu hareketin neticenin doğmasına neden olması, taksirin gerçekleşmesi için yeterli olmayıp somut olayda (örneğin, ölümlü yada yaralamalı trafik kazasında) failin gerekli objektif dikkat ve özeni gösterip göstermediği, manevi unsur açısından araştırılacaktır.
Manevi unsur bağlamında, taksirli suçlarda fail, kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında, objektif olarak varolan dikkat ve özen yükümlülüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek durumda olmalıdır. Bütün bu yeteneklere sahip olmasına rağmen bu yükümlülüğe aykırı davranan kişi, suç tanımında belirlenen neticenin gerçekleşmesine neden olması durumunda, taksirli suçtan dolayı kusurlu sayılarak sorumlu tutulacaktır.
Yasa koyucu, taksirli suçların neler olduğunu tespit ve cezalandırırken, toplumda o anda yaygın olan ortak tecrübeye dayanarak bir takım zararlı sonuçlar doğurabilecek hareketlerde bulunan kimseleri ve belirli meslek grubunda çalışanları daha basiretli ve daha dikkatli olmaya zorlamıştır. Taksirli suç, insanı daha basiretli davranmaya, başkalarının haklarını daha fazla koruyucu bir şekilde davranmaya zorlayan kuralların ihlalidir. Kastın bulunmamasına ve neticenin irade edilmesine rağmen kusurlu bir davranışın cezayı gerektirmesinin nedeni, toplum hayatındaki faaliyetlerinde daha tedbirli, dikkatli ve özenli davranmalarının sağlanmasıdır.
Sadece harekete yönelik istemenin (iradenin) bulunması taksirli suçun manevi unsurunu oluşturmakla birlikte, failin kusurlu sayılabilmesi için fiili ile netice arasında nedensellik bağı bulunması ve failin hareketinin yasada belirli bir kusurluluk hallerinden birine göre, örneğin “özen yükümlülüğüne” aykırı olması da gerekir.
Donay/Kaşıkçı, TCK.nun 22.maddesinin 2.fıkrasında, taksirin tanımında yer alan “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık” kavramlarının taksirin çeşitlerinden bazıları olduğunu ,örneğin meslek ve sanatta acemiliğin maddede yer almamasının bir eksiklik olduğunu belirtmişlerdir.
Kanaatimizce, Kanundaki taksir tanımında “meslek ve sanatta acemilik” şeklinde bir taksir kalıbına yer verilmemiş olması uygulamada herhangi bir boşluk oluşturmayacaktır. Örneğin, ancak uzman bir hekim tarafından yapılabilecek olan bir ameliyatı konunun uzmanı olmayan veya yeterli deneyimi olmayan bir hekimin yapması durumunda kendince gerekli dikkat ve özen yükümlülüğünü gösterse bile meydana gelecek olan ölüm veya yaralanma neticesinden taksire dayalı olarak sorumlu tutulması mümkündür. Çünkü fail, kendi yetenekleri, tecrübeleri ve bilgi düzeyini aşan bir ameliyata girişmekle yine “dikkat ve özen yükümlülüğüne” aykırı davranmış bulunmaktadır.
Taksirli Suçlarda Sorumluluğun Esası (Hukuki Mahiyeti)
Taksirin hukuki esası, ceza hukukunun kusurlu iradeyi cezalandırmasına dayanmaktadır. Toplumsal yaşamın ortaya koyduğu zorunluluklarla, örneğin, bir meslek veya sanat icra edilirken, vasıta veya makine kullanılırken, bir iş yapılırken gerekli tüm kurallara uyma, dikkati gösterme, tedbirleri alma ve objektif olarak beklenen özeni gösterme zorunluluğu kabul edilmiştir. Herkes, hak ve hürriyetlerini kullanırken objektif olarak, yani ortak bir tecrübe ile tespit edilen objektif dikkat ve özeni göstermek zorundadır. Hiç kimse, hak ve hürriyetlerini kullanırken dilediği gibi davranma, özensiz ve dikkatsiz hareket etme hak ve yetkisine sahip olamaz. Taksirin hukuki esasını da bu “dikkat ve özen yükümlülüğü” oluşturmaktadır. Dolayısıyla fail, gerekli tüm dikkat ve özeni gösterdiği, kurallara riayet ettiği durumlarda sorumlu sayılmayacaktır.
Taksirin Unsurları Ve Kasdi-Taksirli Suç Ayrımı
TCK.nun 21.maddesinin 1.fıkrasında “suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır” denilerek kural olarak suçlarda kastın aranacağı belirtilmiş, bu kuralın istisnası olarak 22.maddenin 1. ve 2.fıkralarında;
“(1) Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirttiği hallerde cezalandırılır.
(2) Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” denilerek kanunlarda suç olarak tanımlanan taksirli fiillerden dolayı cezai sorumluluk kabul edilmiş ve taksirin genel bir tanımına yer verilmiştir.
Taksir, bu düzenlemeden de açıkça anlaşıldığı gibi istisnai bir kusurluluk şeklidir, toplumda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alması ve bazı hareket kurallarına uyması zorunludur. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devlet müdahalesiyle de varlık kazanmış olabilir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli veöngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkan ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmaktır.
Öğreti ve uygulamada taksirin unsurları;
- Fiilin taksirle işlenebilen bur suç olması,
- Hareketin iradiliği,
- Neticenin iradi olmaması (istenmemiş olması),
- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
- Neticenin öngörülebilmesi, şeklinde kabul edilmiştir.
Bu unsurlar, hukuki bir kavram olan taksirli fiilin kusurluluğun bir türü olarak cezalandınlabilmesinin sübjektif koşullarını belirlediği gibi “isteme” ve “bilme” olmak üzere iki unsuru ihtiva eden kasdi fiillerle taksirli fiillerin ayırıcı kıstaslarını da öngörmektedir.
Bütün suçlarda olduğu gibi, taksirli suçlarda da hareket ve sonuç arasında bir nedensellik bağının varlığı cezalandırmanın koşuludur. Taksirli suçlarda nedensellik bağının varlığının kabulü için failin hareketinden bağımsız bir nedensel serinin sonuca tek başına neden olmaması gerekir.
Fiilin Taksirle İşlenebilen Bir Suç Olması
TCK.nun 22.maddesinin 1.fıkrasından çıkardığımız sonuca göre, istisnai bir kusurluluk biçimi olan taksirle işlenen bir fiilin suç sayılabilmesi ve failin taksirinden dolayı cezalandırılabilmesi için kanunda bu konuda açık bir hüküm bulunması gerekir. Diğer bir deyişle, somut bir olayda failin taksir esasına göre sorumlu tutulabilmesi için failin iradi olarak bir şey yapması veya yapmaması sonucu, tahmin edilebilir nitelikteki bir neticeye sebebiyet verilmesi halinde öngörmenin bir kusur sayılabilmesi için, faile böyle bir görev yükleyen bir hukuk kuralının bulunması zorunlu olup, taksirli hareketi özel olarak cezalandıran bir hüküm bulunmadıkça, taksirin cezalandırılması mümkün değildir. Taksirle kast arasındaki farklardan biri de kendisini bu noktada gösterir.
Hareketin İradiliği
Hareket, genel anlamı itibariyle, iradenin sinir sistemi aracılığı ile insim vücudunun adale ve organlarına yaptırdığı işlerin bütünü olarak tanımlanmaktadır. Taksirli suçlarda sübjektif sorumluluk bakımından iradi olarak hareketin anlamı,
yasanın suç saydığı bir neticeye sebep olan davranışlar olup, fail iradi olarak, bir şey yapması (icra) biçiminde olumlu (müspet) bir hareketle neticeye sebebiyet verebileceği gibi, olumsuz (menfi) şekilde, yani ihmal ile kendisine hukuk kuralları ile yüklenen davranışı yapmaması ile talimin edilebilir nitelikteki bir neticeye sebebiyet vermesi şeklinde de gerçekleştirebilir.
Kusurluluğun ortak temelini oluşturan kusurlu irade, taksirde hareketin iradiliği şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle hareket iradi değilse taksirin varlığından söz edilmesi mümkün değildir. Failin hareketi iradi olmakla birlikte sonuçlarını da görüp istemiş ise artık taksirli fiilden değil, kasıtlı fiilden söz edilebilir.
Nitekim Yargıtay bir kararında; “sanığın çiçeklerini korumak amacı ile olsa dahi bahçesindeki tellere bilerek ve sonuçlarını görüp isteyerek elektrik akımı bağlamış bulunduğu, 3 yaşındaki mağdurun tele dokunması sonucu akıma kapılarak yaralandığı anlaşılmış bulunmasına göre eylemin kasten yaralama niteliğinde bulunduğuna karar vermiştir.
Mücbir sebep yada kaza’nın dışında kalan bütün haller taksir bakımından iradidir. İhmali harekette istenilmiştir yani o da iradidir.
Hareketin iradi olması ve failin neticeyi önleyici tedbir almamış bulunması yeterli olup, mağdurun müterafik (bileşik) kusurunun varlığı, failin taksire dayalı sübjektif sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Nitekim, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun bir kararında;
“Sanıkların temel hafriyatı sırasında gereğinden fazla açtıkları çukuru doldurmayarak, su ile dolmasına sebebiyet vermeleri ve bu sudan inşaatta yararlanmaları nedeniyle kurutmayı düşünmedikleri, etrafında da başkalarının bu suya girmemesi veya düşmemesi için koruyucu önlem almamaları sebebiyle iradesiyle de olsa suya girerek boğulup ölen maktulün ölümü ile sanıkların eylemleri arasında nedensellik bağı bulunduğuna” karar verilerek bu husus vurgulanmıştır.
Neticenin İradi Olmaması (İstenmemiş Olması)
Netice, genel anlamı itibariyle, kanuni tanımda yer alan dış alemdeki değişikliklerdir. Taksirli suçlarda netice önemli bir yer tutar. Bu gibi suçlarda teşebbüs söz konusu olamayacağından bu nedenle netice gerçekleşmedikçe taksirli hareketin faili cezalandırılamaz.
Öngörme ve isteme birbirinden farklı kavramlar olduğundan bir olayda, öngörme olduğu halde isteme bulunmayabilir. Örneğin, kalabalık bir caddede süratli giden şoför, neticeyi öngördüğü halde istememektedir. Netice gerçekleşirse kastından değil, taksirin bir çeşidi olan bilinçli taksirden sorumlu tutulacaktır. Kısaca, taksirde neticenin fiilen öngörülmüş olması bunun aynı zamanda istenilmiş olduğu anlamına gelmez. Çünkü, taksir şeklindeki kusurlulukta; öngörme neticenin iradiliği ile değil fakat o neticenin meydana gelmeyeceği kanaati ile birlikte bulunmaktadır. Ancak neticenin gerçekleşmesinin kesin olarak öngörüldüğü durumlarda öngörme ile istemenin birarada olduğu söylenebilir.
TCK.nun 21/1.maddesindeki tanımına göre “bilme” ve “isteme” unsurları kast’ın belirgin unsurları olup bu özellikleri ile neticenin istenmemiş olmasını unsur sayan taksir’den ayrılmaktadır. Zira, taksire özelliğini veren ve kasdi-taksirli suç ayrımında en belirleyici kıstas, taksirli suçlarda neticenin öngörülebilir olmakla birlikte istenmemiş olmasıdır. Kasti suçlarda irade neticeye, taksirli suçlarda ise irade harekete yöneliktir. Taksirli suçta, neticenin öngörülebilir olması, istendiği anlamına gelmez. Neticenin istendiği veya gayri muayyen (olası) kastta olduğu gibi hareketin icra ediliş biçimine göre, neticenin istendiği açıkça anlaşılan durumlarda taksirden değil kasıtlı bir eylemden söz edilir.
Uygulamada, Yargıtay kararlarında, neticenin hukuki açıdan ne zaman fail tarafından istenmiş sayılacağına, yani kasdi-taksirli suç ayrımında yararlanılan kriterlere baktığımızda; dosyaya yansıyan kanıtlara göre, “failin mağdurla olan husumeti, aralarında önceye dayalı olarak gelişen olaylar bulunup bulunmadığı, failin olay öncesi, sırası ve sonrası davranışları ve sözleri, faili harekete geçiren amaç, saik ve nedenler, kullanılan vasıtanın tevcihi, mağdura olan mesafesi, hedef alma veya hedefi görmenin mümkün olup olmadığı” gibi kriterlere göre eylemin kasten veya taksirle işlenen suç niteliğinden hangisine uygun olduğu belirlenmektedir. Suç vasfının belirlenmesi bakımından mahkemece kanıtların eksiksiz olarak toplanması, taksire dayalı savunmanın maddi kanıtlarla uyumlu olup olmadığı, kastın var olup olmadığını belirlemeye yarayan fiili ve olaysa! durumlar ve her olayın kendine özgü nitelikleri irdelenip değerlendirilerek sonuca varılmalıdır.
Nitekim Yargıtay, “mağduru duvardan iterek yaraladığı kabul edilen sanığın eyleminin taksirle yaralama değil “öngörülebilen kastla” işlenen kasten yaralama niteliğinde olduğuna”, “Doktor raporu içeriğine göre mağdurda birden fazla bıçak yarası bulunduğu ve arkadaş şakası çerçevesinde bu yaraların meydana gelme imkanının ve taksirle yaralama suçunun oluş şartlarının gerçekleşmediğine, eylemin kasten yaralama niteliğinde bulunduğuna”, “Sanığın kasten ve insan bulunduğunu bildiği yöne doğru ateş ettiğinin belirlenmesi karşısında eylemin kasten adam öldürme niteliğinde olduğuna”, “Oluşa göre köpeğe ateş ederken mağdurun yaralanması eyleminin taksirle yaralama niteliğinde bulunduğuna” karar verirken kasdi-taksirli suç ayrımına ilişkin kriterler gözetilmiştir.
Hareketle Netice Arasında Nedensellik Bağının Bulunması
Nedensellik (illiyet) bağı, hareket ile netice arasındaki maddi ve manevi bağı ifade etmektedir. Nedensellik bağı sadece taksirli suçlarda değil bütün suçlarda varlığı aranan bir unsurdur.
Uygun nedensellik bağı, somut olayda gerçekleşen türden bir sonuca, olayların normal akışına ve hayat tecrübelerine göre, mahiyeti ve ana temayülü itibariyle meydana getirmeye genel olarak elverişli olan veya bu türden bir sonucun gerçekleşme ihtimalini objektif olarak arttırmış bulunan zorunlu şartla, sözkonusu sonuç arasındaki bağı ifade etmektedir.
Nedensellik bağının bulunması, taksirli suçlar yönünden büyük önem taşır ve taksirli suçun özellikle öngörebilme unsuru ile yakından ilgilidir. Diğer bir deyişle, taksirli suç oluşturan bir neticenin varlığından söz edilebilmesi için bu neticenin bir insanın hareketine nedensellik bağı ile bağlanması gerekir. Somut olayda hakimin, nedensellik bağı bakımından bir sonuca varabilmesi için, neticenin öngörülebilir nitelikte olup olmadığını araştırması gerekmektedir. Failin eylemiyle netice arasında nedensellik bağı kurulamıyorsa sorumluluğu cihetine gidilemez.
Nedensellik bağından açıkça söz edilen 1930 tarihli İtalyan Ceza Kanununun 40.maddesinde, “suçu meydana getiren zararlı veya tehlikeli netice, bir kimsenin icra veya ihmalinden doğmuş olmadıkça, kimse kanun tarafından suç olarak kabul edilen bir fiilden dolayı cezalandırılamaz” hükmüne yer verilmiş, ayrıca ihmal suretiyle icra suçlarında ve sebeplerin çokluğu durumunda nedensellik bağı konusunun nasıl çözümleneceğini de düzenlemiştir.
5237 sayılı TCK’da, nedensellik bağına ilişkin bir hüküm bulunmamakta ise de ceza sorumluluğu için failin nedensel (illi) değer taşıyan hareketi ile netice arasında neden-sonuç ilişkisi bulunmasının gerekliliğini ifade eden deyimlere taksirli suçları tanımlayan madde metinlerinde yer verilmiştir. Örneğin, TCK.nun 85.maddesinde “Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kimse”, 89.maddesinde “Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının yada algılarma yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi” deyimlerine yer verilerek anılan maddelerde öngörülen taksirli hareketle ölüm veya yaralanma neticeleri arasında maddi bir sebep-sonuç ilişkisi arandığı ifade edilmek istenmiştir.
İhmalin Nedenselliği
Zaman zaman bir suçun taksirli mi yoksa ihmali mi olduğu hususu karıştırıla- bilmektedir. İhmal ile taksir arasında bir paralelliğin bulunduğu, başka ifadeyle bu kavramların belirli noktalarda birbirlerine yaklaştıkları hususu öteden beri ifade edilmektedir. 5237 sayılı TCK.nun 83.maddesinde “kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi” ve 88/1.madde ve fıkrasında ise “kasten yaralamanın ihmali davranışla işlenmesi” yeni birer suç tipi olarak düzenlenmiştir. Bu itibarla ihmal kavramının ne anlama geldiğinin, ihmal kavramı ile kast ve taksir kavramları ilişkisinin ortaya konulması uygulama açısından önem taşımaktadır.
İhmal Kavramı ve Taksirle İşlenen İhmali Suçlar
İhmal, kişiye belli bir icrai davranışta bulunma yükümlülüğünün yüklendiği hallerde, bu yükümlülüğe uygun davranılmamasıdır. Bu konuda soyut bir ahlaki yükümlülüğün varlığı yeterli olmayıp, neticeyi önlemek hususunda hukuki bir yükümlülüğün varlığı gereklidir. Örneğin 4721 sayılı Medeni Kanunun 335 vd.maddelerinde velayet ilişkisinin gereği olarak ana ve babanın çocukları üzerinde koruma ve gözetim yükümlülüğü bulunmaktadır. Ancak, koruma ve gözetim yükümlülüğü, iradi bir biçimde üstlenilmesinden yani bir sözleşme ilişkisinden de kaynaklanabilir. Diğer yandan, kişinin öngelen tehlikeli fiilden kaynaklanan neticeyi önleme yükümlülüğü de söz konusu olabilir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, başlı başına bir haksızlık ifade etmekte, eylemin özelliğine ve işleniş biçimine göre ihmali davranış, kasıtlı yada taksirli bir suçu oluşturabilmektedir.
İhmali suçun taksirle işlenmiş şeklinin kastla işlenmiş şeklinden tek farkı, suçun objektif unsurlarının gerçekleşmesinin en azından ihtimal dışı olmadığı şeklindeki kararın (kast) yerine, “suçun objektif unsurlarının gerçekleşmesinin ihtimal dışı olmadığı yönündeki bireysel tanınabilirliğin geçmesidir.” Tanınabilirlik demek, failin suçun unsurlarının gerçekleşmesini değerlendirmiş olsaydı, değerlendirmenin, suçun unsurlarının ihtimal dişiliği sonucunu vermeyecek olmasıdır.
“İşlenen ihmali suçta taksir; failin hareket yükümlülüğünün bulunduğunu görmemesi, tipik durumu hatalı tanıması, kurtarma hareketini hatalı yürütmesi veya meydana gelmek üzere olan neticeye özen yükümlülüğüne aykırı olarak, dikkat etmemesi şeklinde gerçekleşebilir. Öngörülebilirlik ise taksirli ihmali suçlarda, taksirli icrai suçlardan farklı olarak, yapılması gereken hareketin yapılmamasından sonra zararın meydana gelmesinin objektif olarak öngörülebilir olması halinde kabul edilebilir.
İhmali suçlarda taksirin yapısı ilke olarak icrai suçlardaki gibidir. Ancak taksir bakımından özel durumlar söz konusu olabilir. Fail elverişsiz bir hareketle neticeyi önlemeye kalktığı takdirde, kastı vardır. Ancak fail, kendisine belli bir icrai davranışta bulunma yükümlülüğünün bulunduğu durumlarda özen eksikliği veya bizzat yetersiz (eksik) kurtarma hareketi yaparken, hareketinin neticeyi önleyeceğine güveniyorsa kastı yoktur. Buna karşın bilinçli olarak daha etkili tedbirlere başvurmak yerine, kurtarma için daha azını yapan kişi kasten hareket ediyordur. Failin taksiri, garantörlüğün mevcudiyetine ilişkin de olabilir.
Taksirli nitelikli garantörse! (ihmali) suçlar, kanunlarda taksirli icrai suçların düzenlenmiş olduğu her halde, söz konusu olabilir. Örneğin, TCK.nun 85. maddesindeki “Taksirle öldürme” ve 89.maddesindeki “Taksirle yaralama” suçları da garan- törsel (ihmali) bir davranışla işlenebilir.
Nedensellik Bağı Konusunda Yargıtay’ın Benimsediği Ölçü
Yukarıda izah edilen teoriler, hareketle netice arasındaki bağı ifade eden genel nitelikte teoriler olup, Yargıtay, kasdi suçlarda olduğu gibi taksirli suçlar bakımından da “uygunluk, elverişlilik ve yeterlilik” koşullarının mevcudiyetini ve neticenin öngörülebilir nitelikte olmasını aramaktadır.
Bu itibarla, Yargıtay’ın nedensellik bağı sorununun çözümlenmesinde “uygun ve doğrudan sebebi” benimsediği söylenebilir. Örneğin;
“Ölümün beyin tümörü gibi sanığın fiili dışındaki bir sebebe bağlı olması, 6/8 oranında kusur teşkil eden tedbirsizliği sonucu mağdura çarpmasından kaynaklanan ve taksirle yaralama suçu kapsamında mütalaası gereken sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gözetilerek, buna göre hüküm tesisi gerekirken beraat kararı verilmesi” yasaya aykırı bulunmuştur.
Bir başka kararda ise; “Sanığın silahla ateş etmesi sonucu panik ortamı yarattığı, bu ortam içinde vukubulan trafik kazasında bir kişinin ölümü ile kasdi bir suç olan silahla yaralama suçu arasında hiçbir şekilde nedensellik bağının mevcudiyeti söz konusu olmayıp, silahıyla ateş eden sanığın böyle bir neticenin husulünü öngörebileceği düşünülemez. Bu itibarla taksirle ölüme neden olma suçundan açılan davadan beraatı gerekir.” denilerek uygun ve doğrudan sebep benimsenmiştir.
Neticenin Öngörülebilmesi
Failin taksire dayalı sorumluluğundan sözedilebilmesi için diğer dört unsurun yanında “neticenin öngörülebilmesi” unsurunun da gerçekleşmesi gerekir. Netice öngörülebilir değilse, artık taksirden değil kaza ve tesadüften sözedilir. Kaza ve tesadüf halinde ise kusurluluk ortadan kalkar. Zira, taksirde fail işlediği hareketten veya ihmalinden doğacak neticeleri önceden talimin edebilirken, kaza’da gerekli tedbirler alınmış olduğu halde bu neticeler tahmin edilememiş yahut bunların sebebi meçhul kalmıştır.
Nitekim Yargıtay’ın bir kararında; “Taksirle ölüme neden olma suçundan sanığın sorumluluğu için, dikkatsizlik ve tedbirsizlik sayılan hareket ile ölüm arasında bir bütünlük olması aranacağından, sanığın sonucu öngörmesini ortadan kaldıracak bir sebebin sonradan ortaya çıkması halinde eylem ile ölüm arasındaki uygun sebebiyet bağı kesileceğinden bu sonuçtan sanığı sorumlu tutmamak gerekir.
Olayda, ölümün tıbbi yönden de sorumluluk yüklenemeyen kuduz aşısının bünyevi sebeplerle husule getirdiği allerjik ansafalitten meydana geldiği belirtildiği cihetle, sanığın “sonucu öngörmesini ortadan kaldıran” bu neden nazara alınarak ölüm sonucundan sorumlu tutulmayıp, ancak özensizliğinden kaynaklanan köpeğinin saldırı ve ısırmasıyla ölende oluşan yaralanmadan ötürü taksirle yaralama suçu çerçevesinde sorumluluğu değerlendirilmelidir” denilmek suretiyle failin taksire dayalı sorumluluğunun sınırını “neticenin öngörülebilirliği” unsurunun oluşturduğu vurgulanmıştır.
Bilinçli Taksir Kavramı ve Tanımı
Bilinçli taksir kavramı mevzuatımıza ilk kez 765 sayılı TCK.nun 45.maddesine 8.1.2003 tarih ve 4785 sayılı kanunla eklenen üçüncü fıkrasıyla girmiştir. Anılan 45/3.fıkra “Failin öngördüğü neticeyi istememesine rağmen neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır, bu halde ceza üçte bir oranında arttırılır.” hükmünü ihtiva etmekteydi.
5237 sayılı TCK.nun 22.maddesinin 3.fıkrasında da benzer bir hükme yer verilmiş ancak artırım oranı yükseltilmiştir. Şöyle ki; anılan 22/3.fıkrada;
“Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır” denilmektedir. Maddede yapılan tanıma göre, bilinçli taksiri basit taksirden ayıran özellik, fiilin neticesinin failce fiilen öngörülmüş ve fakat istenmemiş olmasıdır. Yasa koyucu, bilinçli taksir halini tanımlayarak ve bu halde hükmedilecek cezanın belli oranlarda artırılacağını öngörmek suretiyle iş kazalarını, trafikte meydana gelen taksirli suçları önlemek bakımından caydırıcı etki yapmasını ve suçların önlenmesinde yarar sağlamasını amaçlamıştır.
Taksirden söz edilebilmesi için neticenin öngörülebilir olması gerekli ve yeterli olmasına karşılık, bilinçli taksir halinde failin somut olayda ayrıca bu neticeyi öngörmüş olması da gereklidir.
Bilinçli taksir, kanundaki tanımına paralel olarak, neticenin fiilen öngörülüp de istenmemesi hali şeklinde tanımlanabilir.
Yüce, bilinçli taksir halinde failin neticeyi öngörmekle birlikte istemediğini,tehlikeli olabileceğini anlamasına karşın tehlikenin derecesini anlamadığını veya yeteneğine yahut bilincine güvenerek hareket ettiğini, belirtmektedir.
Nitekim, Avusturya Ceza Kanununun 6.maddesinin 2.fıkrasında “Kişi, belli bir vakıanın gerçekleşmesini muhtemel addetmekle beraber, bunun gerçekleşmesini arzu etmiyorsa bilinçli taksirle hareket etmektedir.” şeklinde bir tanıma yer verilmiştir.
Bilinçli Taksir-Adi Taksir Ayrımı
Ceza hukukumuza yeni giren bilinçli taksir kavramının öncelikle genel taksir içinde ayırıcı vasıflarının bilinmesi gerekmektedir. Gerek bilinçli ve gerekse adi taksirde fail gerçekleşen neticeyi istememektedir. Bu her ikisinde de ortak özelliktir. Ancak adi taksirde; öngörmesi gerekeni öngörmemekte, bilinçli taksirde ise; öngördüğü halde gerçekleşmesini istememekle birlikte gerçekleşmemesi için gerekeni yapmamaktadır. Bu da adi ve bilinçli taksirin aralarındaki farktır.
Keskin’e göre; adi taksirde önemli olan öngörme ve beklenen özendir. Beklenen özen objektif ölçülere göre değil, somut olay içinde failin kişiliği, tecrübesi, bilgisine göre, özen görevini kendisinden beklenen ölçüde gerçekleştirip gerçekleştirmediği araştırılarak değerlendirilecektir. Kısaca; “Eğer fail hareketinin tasavvur edilebilecek neticeyi meydana getireceği inancında olsaydı bu hareketi yapmayacaktı” diyorsak taksir bilinçlidir.
Soyaslan’a göre, bilinçsiz (adi) taksirde fail tarafından netice öngörülmemiştir. Dolayısıyla istem söz konusu dahi olamaz. Bilinçli taksirde ise fail neticeyi öngörmüştür. Ancak fail bazı yeteneklerine güvenerek neticenin gerçekleşmeyeceğine inanmıştır. Demek ki taksirin bu türünde fail açısından dikkatsizlik ve tedbirsizlik daha ağır ve ciddidir. Örneğin fail otomobilini hızlıca kullanırken yayaya çarpacağını düşünmüş ve çarpmış olsun. Ancak kendisini usta şoför sayarak çarpmayacağına inansın. Bu durumda failde daha büyük bir ihmal ve dikkatsizlik vardır.
Şen’e göre, adi taksirde, failin öngörmediği neticenin ortak tecrübeyle öngörülebilir olması ceza sorumluluğunu ortaya koymakta iken, bilinçli taksirde ise, failin öngördüğü bir neticenin meydana gelmesini istememesine rağmen sessiz kalması, umursamaması veya gerçekleşmeyeceğini düşünerek risk alması, fakat neticenin meydana gelmesi hali vardır. Örneğin, tehlikeli olduğun bildiği köpeğini bağlamayarak, aksine serbest bırakarak mağdurun ısırılmasına neden olan failin hareketi, yine kırmızı ışıkta durması gerektiğini gördüğü halde aldırış etmeyerek kavşakta yola devam eden failin sebebiyet verdiği trafik kazasında bilinçli taksir vardır. Yazara göre, bunun yanında failin, evcil ayılan köpeğini belirli bir yerde veya şekilde muhafaza etmeyerek serbest bırakması, yine arkadan araçla takip ettiği diğer araç ile arasındaki mesafeyi ayarlayamayarak trafik kazası yapması hallerinde ise, adi taksirden bahsedilecektir.
Centel’e göre, failin suç tanımına uyan hukuka aykırı fiile iradi bir hareketle sebebiyet vermesi, ancak ortaya çıkan sonucu öngörmemiş olması halinde bilinçsiz (adi) taksir, sonucu öngörse bile istememiş olması halinde ise bilinçli taksir söz konusudur. Yazara göre, bilinçli taksirde fail, hareketi yaparken sonucu öngörmüş ancak bunun gerçekleşmesini istememiştir ve somut olaydaki koşullara göre sonucun gerçekleşmeyeceğine inanmıştır.
Bilinçli Taksir-Olası (Gayri muayyen) Kast Ayrımı
Bilinçli taksir ile olası (gayri muayyen, belirsiz, muhtemel) kastın ayrımı uygulama açısından büyük önem arz etmektedir.
Önder, bilinçli taksir ile gayri muayyen kastın ayırıcı vasıfları konusunda; “Bilinçli taksirde fail neticenin meydana gelmeyeceği kanısındadır, neticenin meydana gelmesini istemez, gerçekleşmemesi için gerekeni yapar ve gerçekleşme imkan ve ihtimalinin varlığını kabul durumunda hareketini yapmaktan vazgeçer. Diğer ifade ile fail bilinçli taksirde neticenin gerçekleşmemesine gereken önemi verir ve bunu ciddiye alır veya neticenin gerçekleşmeyeceği, arzu, düşünce ve beklentisi içindedir. Gayri muayyen kastta ise fail hareketinin hukuka aykırı netice meydana getirebileceğini öngörmekle beraber, meydana gelmesi mümkün ve muhtemel netice onu hareketi yapmaktan alıkoymaz, diğer bir ifade ile tasavvur edilen neticenin meydana gelmesi halinde fail bu neticeyi kabullenmiştir. Bu kabullenme, failin netice ile olan sübjektif ilişkisini kast içinde, doğrudan doğruya kast şeklinde olmasa dahi kurmuş olur. Artık, neticenin istenmemiş olduğundan söz edilemez. Gayrı muayyen kastın bu prensibini koyduktan sonra bunun bilinçli taksirden ayıran kıstas formüle edilebilir, fail neticenin meydan gelebileceğin düşündüğü ve öngördüğü, bu neticenin gerçekleşme imkan ve ihtimalinin varlığı karşısında hareketinden vazgeçmemekte ise gayrı muayyen kastı vardır. Buna karşın neticenin meydana gelme ihtimaline karşılık fail hareketini yapmayacaktı diyebileceğimiz durumda fail kasıtla değil şuurla taksirle hareket etmiştir. Kısaca, netice öyle veya böyle gerçekleşse dahi hareket edeceğim diyen fail gayri muayyen kasıt içindedir.” demektedir
İçel/Sokullu-Akıncı/Özgenç/Sözüer/Mahmutoğlu/Ünver’e göre, bilinçli taksirin niteliğini kavrayabilmek için olası kastın anlam ve sınırını gözönünde bulundurmamız gerekmektedir. Olası kast, yasal tanıma uygun eylemin gerçekleşmesini kabullenme veya gerçekleşmesine kabul edici bir biçimde katlanmaktan ibarettir. Olası kast açısından belirleyici olan şudur: Ulaşmaya gayret ettiği hedef kendisi için o derece önemlidir ki, fail bu hedefe ulaşma uğruna yasal tanıma uygun bir eylemin gerçekleşme olasılığına katlanmaktadır. Bilinçli taksir halinde de yasal tanıma uygun eylemin işlenmesi olası sayılmaktadır. Ancak, olası kasta nazaran bilinçli taksirde belirleyici kriter, gerçekleşmesi olası sayılan sonucun gerçekleşmesinin istenmemiş olmasıdır. Kanuni tanıma uygun eylemin gerçekleşmeyeceğini ümit etmek dahi bu konudaki ayırıcı kıstası oluşturmaz. Çünkü, şansa bağlı bir neticeyi ümit etmek, yasal tanıma uygun eylemin gerçekleşmesine katlanma halinde de mümkündür.
Yazarlara göre, bilinçli taksir şu şekilde açıklanabilir: Suç teşkil eden belli bir eylemin gerçekleşmesi olası sayılmakla beraber, fail neticenin meydana gelmeyeceğine yükümlülüklerine aykırı bir şekilde güven beslemektedir. Böylece bilinçli taksirde gerçekleşmesi olası sayılan neticenin gerçekleşmeyeceğine, kişi, yükümlülüklerine aykırı olarak, özensiz bir şekilde güvenmektedir. Örneğin, yoğun sis görüş mesafesini oldukça daraltmış olmasına rağmen, motorlu kayıkla boğazın bir yakasından diğer yakasına yolcu taşımaya teşebbüs eden kişi, bu koşullarda bir deniz kazasına neden olacağına ihtimal vermiştir; ancak tecrübelerine, mesleğinin gerekli kıldığı yükümlülüklere aykırı bir şekilde güvenerek “bir şey olmaz” düşüncesiyle kayığına yolcu alarak boğazda sefere çıkmıştır. Keza, soğuk bir kış günü yolun buz tutabileceğini olası saymasına rağmen, yolcu yüklü aracın tekerleklerine zincir takınaksızın kendisine güvenerek sefere çıkan sürücünün bir trafik kazasına ve neticede bir veya birkaç yolcunun yaralanmasına veya ölümüne yol açması halinde; bu müessir fiil veya adam öldürme suçları, bilinçli taksirle işlenmiştir.
Öztürk/Erdem/Özbek’e göre, bilinçli taksirin kast olmadığı kesindir. Çünkü netice öngörülmekle beraber kesinlikle istenmemektedir. Bu bakımdan kastın taksire en yakın türü olan gayrı muayyen kasttan ayrılır. Gerçekten her istenen aynı zamanda bilinir, oysa her bilinen yani öngörülen aynı zamanda istenmiş değildir. Örneğin, sirkte bıçak numarası yapan kimse, hergün birlikte çalıştığı iş arkadaşının yaralanmaması için elinden gelen gayreti gösterir; bıçağın onun vücudunun herhangi bir yerine isabet etmesini hiçbir zaman istemez; ancak böyle bir şeyin olabileceğini, elinin kayabileceğini bilir, neticeyi öngörebilir. İşte görüldüğü gibi, her istenen aynı zamanda bilinmiş ve öngörülmüştür de, her bilinen ve öngörülen aynı zamanda istenmiş değildir. Burada bilinen ve öngörülen neticenin, aynı zamanda istenmiş olup olmadığının ispatlanması gerekecektir.
Centel, bilinçli taksirde failin sonucu öngörmüş olmasının dolaylı kast olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği sorununu ortaya çıkardığını belirtmektedir. Yazara göre, bilinçli taksirde fail hareketi iradi olarak yapar ve sonucun meydana gelebileceğini de öngörür ancak gerçekleşmesini istemez. Bu noktada iradenin sonucu kapsamadığından sözedilir. Oysa, dolaylı kastta fail sonucun meydana gelmesini göze almıştır. Bu açıdan iradesi, sonucu da kapsamaktadır. Fail somut olayın koşullarına göre sonucun gerçekleşebileceğini düşündüğü halde hareketinden vazgeçmeyerek sonucu göze almışsa, failin sonucu istediğinden ve ortada dolaylı kast bulunduğundan söz edilir. Bilinçli taksirde ise, sonuç öngörülmüş ancak istenmemiştir. Buna karşılık, dolaylı kastta sonuç iradidir. Fail somut olayda sonucun gerçekleşmeyeceğine inanmış ve failin yeteneği, deneyimi gibi bu inancını haklı gösterecek koşullar bulunmuşsa, bilinçli taksir vardır. Failin bu inancını haklı gösterecek koşullar yoksa, dolaylı kasttan söz edilir.
Keskin’e göre, Türk Ceza Kanunu açısından, bilinçli taksirde irade unsuru olmadığından taksirin derecesi ne kadar ağır olursa olsun, ne kadar gayri muayyen kasta yaklaşırsa yaklaşsın bilinçli taksiri kast kavramına sokmak mümkün değildir. Yazara göre, bilinçli ve bilinçsiz taksiri, kastın bir çeşidi olan gayri muayyen kastla mukayese edersek: bilinçli ve bilinçsiz taksirde netice istenmemekte ise de, gayri muayyen kastta, tali neticeler kesin olarak öngörüldüğü halde fail eylemini gerçekleştirmektedir ve netice meydana geldiğinde taksir değil, gayri muayyen de olsa kast söz konusudur. Örneğin; bir kimseye ateş edilirken ona siper olan diğer bir kimseyi de yaralayabileceğim veya öldürebileceğini kesinlikle öngören kimse bu neticeyi gerçekleştirdiği takdirde gayri muayyen kasttan sorumlu olacaktır. Buna rağmen gayri muayyen kastla, bilinçli taksir arasındaki sınırın tespiti güçtür. Çünkü, tali neticelerin kesin olarak değil, gerçekleşme imkanlarının öngörüldüğü hallerde durum ne olacaktır?
Şen’e göre; bilinçli taksirde, neticenin fail tarafından öngörülebilir/tahmin edilebilir olması hali söz konusudur. Burada taksir derecesinde kusur yoğunlaşmıştır. Failin bilerek ve isteyerek yaptığı hareketteki özensizliği ve dikkatsizliği o derece yoğundur ki, gerek hareketteki kusurundan ve gerekse somut durumundan failin, öngörebildiği bir neticenin gerçekleşmesini istememesine rağmen, o neticenin gerçekleşmesini de umursamaması ve gerçekleşebileceği riskini göze alması hali söz konusu olmaktadır. Örneğin failin, yaya ve araç trafiği bakımından kalabalık olan bir caddede süratli ve tehlikeli tarzda vasıta kullandığından bir kazaya sebebiyet verebileceğini öngörebilmesi ve bu öngörülebildiğinin somut durumdan ve failin hareketlerinden çıkarılabilmesi gibi. Yazara göre, bilinçli taksir için yapılacak özel bir düzenleme sorunu çözüme kavuşturacak, adi taksir ile bilinçli taksirin ayırımını ortaya koymuş olacak, dikkatsizliği ve özensizliği yoğun olan bir failin daha ağır şekilde cezalandırılmasına imkan tanınmış olacaktır. Bunun dışında trafik kazalarında ve diğer hadiselerde neticesini de istemişler ve kast derecesinde kusurları varmış gibi cezalandırabilmek de hukuken doğru değildir. Bu bağlamda, gayri muayyen kast ile bilinçli taksiri birbirine karıştırmamak gerekir. Gayri muayyen kastla işlenen suçlarda, herhalükarda failin kastettiği belirli bir suç var iken, bilinçli taksirde böyle bir suç olmayıp, sadece failin taksir derecesindeki kusurunun yoğunluğu kendisini gösterir. Bu ayrımı, somut durumda iyi yapmak ve elde edilen sonuca göre failin kasten işlenen suçtan mı, yoksa taksirle işlenen suçtan mı sorumlu sayılacağını belirlemek gerekecektir.
Erem/Danışman/Artuk’a göre; muhtemel kast ile taksirin farkını berrakça görmek kolay değildir. Fikirlerde çatışma vardır. İnanç kuramına dayanan anlayışa göre (Liszt, Hippel) zararlı sonucun meydana gelmeyeceği kanısı failde kesin ise “muhtemel kast” değil, yalnız taksir mevcuttur. Bunu şöyle bir ölçü ile çözmek lazımdır. Fail o olayda sonucu yalnız mümkün görmüş olsa idi ne yapacaktı? Sonucun mutlaka meydana geleceğine inanmış olsa idi ne yapacaktı? Eğer sonucun mutlaka meydana geleceğine inanmış olsa idi, fiilden vazgeçecek idiyse ortada yalnız öngörülü (bilinçli) taksir vardır. Muhtemel kasıtta fail, muhtemel sonucu da önceden kabul etmiştir.
Yazarlara göre bu düşünce, gerçek yerine bir varsayım kurmaktan ibarettir; çünkü sabit ve bilinen noktalardan hareket edilmediğine göre varılacak sonuçta da kesinlik olamaz. Yazarlar, muhtemel kastı yeterli gören ve öngörülü taksir kavramını anlamsız bulan Carrara’nın bu düşüncesinin de, şöyle reddedildiğini belirtmektedirler; Bir sonucu öngörmek, fakat istememek, meydana gelmeyeceğine de inanmak mümkündür. Bu bir gerçektir. Muhtemel kasıtta istek açıkça gözükür. Her ikisinde de sonucun zihnen görülmesi (öngörülmesi), bundan sonraki psikolojik aşamada da iki kavramın aynı kalması demek değildir. Muhtemel kastta şüphe “istemek” ile ilgili değildir. Sonuç bir ihtimal olarak, fakat istenmiştir. Öngörülü taksirde ise “hata” söz konusudur. Bu hatanın önlenmesinin mümkün olması, onun affedilmemesini dolayısıyla taksirli sorumluluğu gerektirmiştir.
Yazarlara göre, konunun açıklık kazanamamasının nedenlerinden biri de “muhtemel kast”a verilen anlamda toplanır. Muhtemel kast, “belirli olmayan kast” kavramına yaklaştıkça sonucun istenmiş olması daha açık gözükür ve taksir ile aralarında farkı görmek de kolaylaşır. Fakat “muhtemel kast” ayrı bir anlamdır. Muhtemel kasıtta iki sonuç birden istenmiştir. Bunlardan birincisi asıl istenen sonuçtur (bir kişiyi yaralamayı istemek gibi), İkincisi ise diğerine oranla ikincil bir sonuçtur (bu yaradan o kişinin ölebileceğini kabul ederek ve bunu da isteyerek hareket etmek gibi). Şüphesiz bu anlayışta muhtemel kast ile öngörülü taksir farkı daha az açıktır, fakat fark mevcuttur.
Erman/Özek’e göre; neticeyi istememiş olsa bile gerçekleşmesi tehlikesini göze alan fail kasıtla hareket etmiş olur ve bu nev’i kast, neticenin gerçekleşmemesi ümidi ile hareket edilmesini ifade eden şuurlu (bilinçli) taksirden bu açıdan ayrılır.
Yazarlara göre fail; hareketinden ölüm neticesinin doğacağını düşünmüş olmasına rağmen, bu neticenin meydana gelmesini önemsemeyerek hareket etmiş ise dolayısıyla kast, fail ölüm neticesinin gerçekleşme imkan ve ihtimalinin bulunduğunu düşünmüş olmasına rağmen, bu rizikoyu da önceden kabullenerek hareket etmiş ve bu neticeye de sebebiyet vermek istediğini göstermişse muhtemel-belirli olmayan kast vardır.
Bilinçli taksir ile olası kastın yek diğerinden ayrılma kriterleri, TCK.nun 21.maddesi TBMM Adalet Komisyonunda tartışılmış ve 21.madde gerekçesinde olası kastla ilgili olarak verilen bir örnek özellikle tartışmaların odak noktasını oluşturmuştur. Anılan örnekte;
“Yolda seyreden bir otobüs sürücüsü, trafik lambalarının kendisine kırmızı yanmasına rağmen, kavşakta durmadan geçmek ister; ancak kendilerine yeşil ışık yanan kavşaktan geçmekte olan yayalara çarpar ve bunlardan bir veya birkaçının ölümüne veya yaralanmasına neden olur. Trafik lambası kendisine kırmızı yanan sürücü, yaya geçidinden her an binlerinin geçtiğini görmüş; fakat buna rağmen kavşakta durmamış ve yoluna devam etmiştir. Bu durumda otobüs sürücüsü meydana gelen ölüm veya yaralama neticelerinin gerçekleşebileceğini öngörerek, bunları kabullenmiştir.” denilmektedir.
Kaylan, olası kastla ilgili olarak verilen bu örnek olaya ilişkin şu açıklamayı yapmıştır;
“Bu kurallar, her somut olaya uygulanacaktır. Örnek verildiği için ben örneği açıklamak istiyorum. Şimdi, taşıta kırmızı ışık yanmakta ve sürücü yaya geçidine yaklaşmaktadır; ancak, yaya geçidi boştur, kontrol etmiştir, yaya geçidinden geçenler yoktur; ancak geçerse çarparım bilinci vardır. Bu halde bir kaza meydana gelirse, sonucu istemediği için eylem bilinçli taksirle gerçekleştirilmiştir. Sürücü, yayaların geçtiğini görmektedir, ancak, benden o kaçsın, beni görünce nasıl olsa yolu boşaltacak, o nedenle ben geçeyim diye hareket etmişse, oradaki çarpmada artık olası kast vardır. Bütün sorun, her somut olayda bilinçli taksirin ve olası kastın test edilmesi ve uygulanmasıdır. Tabii ki uygulaması sıkıntı yaratabilir, tabii ki uygulamasında sorunlar olabilir, ama zaman içerisinde içtihatlarla bunlar çözülecektir. Benim verilen örnekten çıkardığım sonuç budur. Birincisinde yaya yoktur, yayanın geçme ihtimali vardır. Birinde ihtimal vardır, birisinde gerçekten vardır. Birisi talimindir, ama ötekisi göre göredir. O bakımdan ikisi arasındaki farkı mutlaka uygulayıcılar çözecektir. Bu nedenle, bilinçli taksirle olası kast arasında verdiğim örnek doğrultusunda bir fark vardır. Uygulayıcının çözeceğine eminim.”
Bilinçli taksirin Sonuçlan ve Cezaya Etkisi
22.maddenin 3.fıkrasına göre, bilinçli taksir halinde hükmedilecek ceza üçte birden yarısına kadar artırılacaktır. Neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamayacağından, böylece adi taksir ile bilinçli taksir arasındaki ceza adaleti de sağlanmış olmaktadır.
TCK.nun 89.maddesinde düzenlenen taksirle yaralama suçunun kovuşturulması ve kovuşturulması kural olarak şikayete bağlı olduğu halde, bilinçli taksir halinde şikayete bağlı olmayıp re’sen kovuşturulacaktır (89/5.f.).
Taksirli hareket sonucu neden olunan netice münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmeciilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa, adi taksir halinde faile ceza verilmeyeceği öngörülmesine karşın; bilinçli taksir halinde failin cezasızdık hali sözkonusu olmayıp, sadece verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilecektir (22/6.f.).
TCK.nun 61.maddesinin 2.fıkrasına göre, suçun olası kastla yada bilinçli taksirle işlenmesi nedeniyle indirim veya artırım, birinci fıkra hükmüne göre belirlenen ceza (suçun kanuni tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında belirlenen temel ceza) üzerinden yapılacaktır.
Kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımları düzenleyen TCK.nun 50. maddesinin 4.fıkrasına göre; taksirli suçlardan dolayı hükmolunan hapis cezası uzun süreli de olsa; bu ceza, diğer koşulların varlığı halinde, bu maddenin l.f ıkrasının (a) bendine göre adli para cezasına çevrilebilir. Ancak, bu hüküm, bilinçli taksir halinde uygulanmaz.
TCK.nun 53.maddesinin 6.fıkrası uyarınca; belli bir meslek veya sanatın yada trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla işlenen taksirli suçtan mahkumiyet halinde, üç aydan az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu meslek veya sanatın icrasının yasaklanmasına yada sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilebilecektir. Yasaklama ve geri alma hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe girer ve süre, cezanın tümüyle infazından itibaren işlemeye başlar.
Taksirli Suçlarda Cezanın Failin Kusuruna Göre Belirlenmesi
5237 sayılı TCK.nun getirdiği yeniliklerden birisi de, 765 sayılı Kanunun 455 ve 459.maddelerinin son fıkralarında taksirle yaralama ve öldürme hallerinde kusurun matematiksel oranlar (8 birim) olarak ifadesinden vazgeçilmiş olmasıdır.
Getirilen yeni düzenlemeye (22/4.f.) göre; taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenecektir.
Taksirli suçlarda fail, kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında, objektif olarak varolan dikkat ve özen yü kümlülüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek durumda olmalıdır. Bütün bu yeteneklere sahip olmasına rağmen bu yükümlülüğe aykırı davranan kişi, suç tanımında belirlenen neticenin gerçekleşmesine neden olması durumunda, taksirli suçtan dolayı kusurlu sayılarak sorumlu tutulacaktır.
Taksirle işlenen suçlardan dolayı kusurluluk bir değerlendirmeyle ancak olay hakimi tarafından yapılabilir. Bu nedenle, getirilen yeni düzenlemede taksirden dolayı kusurluluğun matematiksel olarak ifadesi mümkün değildir. Ancak normatif değerlendirmeyle hakim tarafından belirlenen kusurluluk gözönünde bulundurulmak suretiyle suçun cezasında hakim belli bir oranda indirim yapabilecektir. Böyle- ce yasa koyucu, taksir derecesinde kusurun her somut olayda belirli bir matematiksel oran üzerinden (8 birim üzerinden) hesaplanması yerine, somut olayın özelliklerine göre hakime taksirin yoğunluğunu gözeterek belirleme yetkisi vermiştir.
Taksir dolayısıyla kusurun belirlenmesi normatif bir değerlendirmeyle mümkün olmakla birlikte, somut olayda dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlal edilip edilmediğinin belirlenmesi açısından bilirkişi incelemesi yapılabilecektir.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 63.maddesinin 1.fıkrası uyarınca, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşü alınabilir. Ancak, hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel (yani herkese ortak toplumsal kültür verileri) ve hukuki bilgilerle çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi atanamaz ve dinlenemez. Böylece, uygulamada bazen görüldüğü üzere örneğin başıboş bırakılan bir köpeğin yoldan geçen bir mağduru ısırıp yaralamasında, köpek sahibinin kusurunun belirlenmesi amacı ile bilirkişi atanması kanaatimizce söz konusu olamayacaktır. Bunun gibi “fiilin hangi suçu oluşturduğunu” belirlemek hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi olanaklı bir konu olduğundan böyle bir nedenle de bilirkişi görüşü alınamayacaktır.
CMK.nun 67.maddesinin 3.fıkrasına göre de, bilirkişi raporunda, hakim tarafından yapılması gereken hukuki değerlendirmelerde bulunamayacaktır.
Buna karşın, örneğin ölümle sonuçlanan bir ameliyat sırasında hastaya yapılan tıbbi müdahalenin tekniğine uygun olarak yapılmış olup olmadığının belirlenmesi açısından Yüksek Sağlık Şurasından düşünce sorulması 1219 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanununun 75.maddesi uyarınca zorunludur. Ancak, Yüksek Sağlık Şurası son merci olmadığı gibi mütalaaları da mahkemeleri bağlayıcı nitelikte değildir. Mahkemeler uygun görecekleri başka bilirkişilerin de görüşlerine başvurabilir.
Keza, çözümü özel ve teknik bilgiyi gerektiren trafik kazalarında da, sürücülerin trafik kurallarına uyup uymadıklarının, hangi trafik kurallarının ne suretle ihlal edildiğinin, trafiğe çıkarılan aracın teknik bakımdan herhangi bir arızasının olup olmadığının belirlenmesi açısından da bilirkişi incelemesi yapılabilecektir. Diğer yandan, iş kazaları, değişik iş kollarında meydana geldiği ve her biri ayrı bir uzmanlık alanını ilgilendirdiğinden, iş kazalarında bilirkişilik yapacak kimselerin iş güvenliği konusunda uzman kişilerden seçilmesi gerekmektedir. Bu itibarla, somut olayın niteliği itibariyle, oluşa etkili durumları, oluşta yer alanların konumları yeterli açıklıkla irdelenip, sanığın veya sanıkların olayda kusurlu sayılıp sayılmayacakları, varsa alınması gerekli güvenlik önlemlerindeki eksiklikleri gerekçeli olarak belirtilip, olayın mağdurlarının bileşik kusurlarını da kuşkuya yer bırakmayacak biçimde inceleyip bu konularda mahkemeyi aydınlatacak bilirkişinin uzmanlığı önem arzetmektedir.
Ancak, bu ve benzeri durumlarda, bilirkişinin yapacağı inceleme, işin tekniği ile sınırlı olmalıdır. Hakim, bu teknik veriler çerçevesinde somut olayda failin kusurlu olup olmadığını takdir edecektir. Failin kusurlu bulunması durumunda, TCK.nun 61.maddesinin 1.fıkrasındaki ölçütlere göre kusurun ağırlığı ve diğer maddesinin 1.fıkrasındaki ölçütlere göre kusurun ağırlığı ve diğer sebepleri de gözönünde bulundurmak suretiyle hakim, suçun kanuni tanımındaki cezanın alt ve üst sınırı arasında bir cezaya hükmedecektir.
Birden Fazla Kişinin Taksirle İşlediği Suçlarda Kusura Dayalı Sorumluluk
Taksirli suçlarda iradenin neticeye değil harekete yönelik olması, bir başka deyişle neticenin istenmemiş olması nedeniyle kasdi suçlara katılım düzeylerini düzenleyen TCK.nun 37., 38., 39., 40. ve 41.maddelerinin taksirli suçlarda uygulanması mümkün değildir. Buna karşılık taksirli bir suçun birkaç kişi tarafından işlenmesi mümkündür.
22.maddenin 5.fıkrası uyarınca, birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda herkes kendi kusuru gözönünde bulundurulmak suretiyle sorumlu tutulur. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir.
Meydana Gelen Neticenin Münhasıran Failin Mağdur Olmasına Yol Açması
Doktrinde “adli af” olarak da nitelendirilen 22.maddenin 6.fıkrası hükmüne göre; “taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesin! gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.” Ancak dikkat edilmelidir ki, bu fıkranın uygulanabilmesi için fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu itibarıyla zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır; böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse 22/6.fıkra uygulanmayacaktır. Fıkrada yazılı suç bilinçli taksir halinde işlenirse, ceza yarıdan üçte birine kadar yani 1/2 ile 5/6 arasında belirlenecek oranda indirilebilecektir. Kanaatimizce, bu hüküm Türkiye gerçekleri de gözetildiğinde, adalet ve hümanizm ilkeleriyle de uyumlu ve isabetli bir düzenlemedir.