Türk Ceza Hukukunda Kusurluluğu Etkileyen Sepeler
Kusurluluğu Etkileyen Sebepler
Amirin emri, zorunluluk hâli, kaza ve tesadüf (beklenmeyen durum), cebir ve şiddet-korkutma ve tehdit, haksız tahrik ve yanılma kusurluluğu etkileyen sebepler olup, bunlar failin cezasında indirim yapılmasını gerektirebileceği gibi cezalandırılmasını da engelleyebilir. Bu tip hâllerde, hareket tipe uygun, hukuka aykırıdır fakat failin kusurluluğundan (haksız tahrik hâli hariç ) bah- sedilememektedir.
Amirin Emri (Hukuka Aykırı ve Bağlayıcı Emir)
Kanun’un 24/2. maddesine göre, “Yetkili bir merciden verilip, yerine getirilmesi görev gereği zorunlu olan bir emri uygulayan sorumlu olmaz.”
Yukarıda hukuka uygunluk sebepleri arasında incelediğimiz “hukuka uygun bir emrin yerine getirilmesi”nin aksine, burada hukuka aykırı bir emrin varlığı söz konusudur. Bu itibarla bir hukuka uygunluk sebebi değil, kusurluluğu ortadan kaldıran bir nedendir. Çünkü emrin varlığı eylemi hukuka uygun kılmamakta, sadece faili sorumsuz, buna karşın emri vereni sorumlu kılmaktadır.
Emir, kamu hukuku ilişkisi çerçevesinde verilmelidir. Emri, buna yetkili olan birisi vermelidir. Emrin uygulanması görev gereği zorunlu olmalı ancak verilen emrin konusu suç olustur- mamalı, hukuka aykırı bir emir olmalıdır. Emrin hukuka uygun bir emir olması durumunda ise, az önce de ifade ettiğimiz üzere, bu bir hukuka uygunluk sebebidir ve bu husus tarafımızdan yukarıda hukuka uygunluk sebepleri arasında incelenmiştir.
Zorunluluk Hâli (Zorda Kalma) (TCK m. 25/2)
Kanunla korunan yararları tehdit eden ve başkasının hukuken korunan yararlarını ihlalden başka bir kurtuluş çaresi bırakmayan tehlike haline zorunluluk hâli adı verilir. Kanun bunu, gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelik olup, bilerek neden olmadığı ve başka suretle korunma olanağı bulunmayan ağır ve muhakkak bir tehlikeden kurtulmak veya başkasını kurtarmak zorunluluğu ile ve tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında orantı bulunmak koşuluyla işlenen fiiller şeklinde tarif etmektedir. Zorunluluk hâlinde bulunan kişi aslında iki seçenek arasında tercih yapmak durumunda kalmaktadır: Ya hakkını kaybedecek ya da başkasına zarar vererek hakkını koruyacaktır.
Kanunumuz zorunluluk hâlini kusurluluğu kaldıran nedenler arasında kabul etmiştir. Bunun ise çeşitli sonuçları vardır. Bunlar:
Zorunluluk halinde hareket eden kimseyi azmettiren veya ona yardım eden cezasızlık sebebinden yararlanamaz.
Zorunluluk halinde müsadere mümkündür. Örneğin zorunluluk hali içinde kullanılan ruhsatsız silah müsadere edilebilecektir.
Zorunluluk haline karşı hukuka uygunluk sebebi içinde hareket edilebilir.
CMK m. 223/3-b gereğince zorunluluk hâlinin etkisiyle işlenmesi durumunda “kusurun bulunmaması” dolayısıyla “ceza verilmesine yer olmadığı” kararı verilir.
Zorunluluk halinin tehlikeye ve korunmaya ilişkin şartları vardır.
Tehlikeye ilişkin şartları
Ağır ve muhakkak bir tehlike olmalıdır: Öncelikle tehlikenin ağır bir tehlike olması icap eder. Zira zaruret hâlinden faydalanan kimseler, masum kişilerin hak ve yararlarına zarar vermektedirler. Dolayısıyla hukukun bu noktada üzerine düşen dengeyi kurması gerekir. Tehlikenin kaynağı doğal olaylar, insanların psikolojik ve biyolojik gereksinimleri, hayvan hareketleri ve insan hareketleri olabilir ancak insanların fizyolojik veya basit ihtiyaçları bu kapsamda mütalaa edilemez. Bu bağlamda örneğin iktidarsız bir erkeğin bir otel odasında güzel bir kadınla birlikte olmak için en yakın eczaneden “viagra” çalmasında zaruret hâlinin varlığı kabul edilemeyecektir. Zira burada ağır bir tehlikenin varlığından bahsedilemez. Ayrıca tehlikenin ağırlığının hukuki ve sosyal değerlere göre, objektif ölçütler nazara alınarak belirleneceğini unutmamak gerekir. Tabi böyle ağır bir tehlike olmasa da kişi buna samimi olarak inanmışsa bundan faydalanabilecektir.
Ayrıca tehlike tıpkı meşru savunmadaki saldırıya ilişkin şartlardan birinde olduğu gibi fil hal, yani muhakkak olmalıdır. Burada formül şudur: Derhal korunma hareketi yapılmadığı takdirde tehlikenin hukukça korunan bir menfaate zarar verebilme olasılığı yüksek olmalıdır. Bu bağlamda örneğin, kış aylarında aç kurtların istilasına uğrayan köyler bakımından kış mevsiminin gelmesi, muhakkak tehlikenin gerçekleşmesi bakımından yeterlidir. Böyle hâllerde kendisini kurtların saldırısından korumak için ruhsatsız silah taşıyan kimsenin de zorunluluk hâlinde bulunduğu kabul edilir.
Tehlike bir hakka yönelmelidir: Durum tıpkı meşru savunmada olduğu gibidir. Kanun’da tehlikenin yönelik olduğu haklar bakımından bir sınırlama öngörülmemiştir; tehlike herhangi bir hakka yönelmiş olabilir. Ayrıca tehlike, kişinin kendisinin veya bir başkasının hakkına yönelmiş de olabilir.
Örneğin denizde yüzmekte olan bir kadının elbisesinin çalınması hâlinde, bir başkasının elbisesini giymesi durumunda zorunluluk hâlinin varlığı kabul edilecektir. Bu örnek aşağıda verileceği üzere adli vargı hâkimlik sınavında sorulmuştur).
Tehlikenin meydana gelmesine bilerek kendisi sebebiyet vermemiş olmalıdır: Kişi, suç işlemek için tehlikeyi meydana getirmişse tabi ki zorunluluk halinden faydalanamayacaktır (tıpkı meşru müdafaada olduğu gibi), kişide suç işleme kastı yok ancak tehlikeyi de kasten meydana getirmiş ise (meşru müdafaadan farklı olarak) zorunluluk halinden faydalanamayacaktır. Tehlikeye taksirle sebebiyet vermesi durumunda ise (“bilme”yi içermediğinden), kişinin zorunluluk hâlinden yararlanması gerekir.
Tehlikeye karşı koyma hukuksal yükümlülüğü olmamalıdır: Tehlikeyi karşılamak, onu bertaraf etmek yükümlülüğü içinde olanlar zorunluluk hâlinden faydalanamazlar. Örneğin, hekim çalıştığı hastanede salgın hastalık baş gösterdi diye hastaneyi terk edemez. Bu şarta Kanun yer vermemekle birlikte, müessesenin niteliğinden ve diğer kanun hükümlerinden bu sonuca varılabilmesi mümkündür. Yine örneğin, deniz kazasında kaptan kendisini kurtarmak için başkasını denize atamayacak veya itfaiye eri yangına müdahale etmemezlik yapamayacaktır.
Korunmaya ilişkin şartlar
Başka türlü korunma imkânı bulunmamalıdır: Başkasının bir hakkına zarar vermeksizin tehlikeden kaçmak ve kurtulmak mümkün olmamalıdır. Meşru savunmadan farklı olarak gizlenerek veya kaçarak tehlikeden kurtulma imkânı varsa kişi gizlenmeli veya kaçmalıdır. Zira ortada henüz haksız bir saldırı yok yalnızca ağır ve muhakkak bir tehlike vardır.
Tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında bir oran bulunmalıdır: Meşru savunmadan farklı olarak, değerlerin tartımı ilkesi uygulanır ve çatışan değerlerden daha değerli olanını kurtarmak için, daha değersiz olanı feda edilebilir. Hatta değerlerin eşit olması durumunda bile oranın varlığı kabul edilir. Önemli olan feda edilen değerin korunan değerden daha üstün olmamasıdır. Bunun tespiti yapılırken somut olayın özellikleri ve failin psikolojik durumu da gözönünde bulundurulur.
Ayrıca tıpkı meşru savunmada olduğu gibi tehlikenin ağırlığı ile kullanılan vasıta arasında da bir orantı bulunmalıdır. Tehlikeyi bertaraf etmek için kullanılan vasıta ancak tehlikenin ağırlığı ölçüsünde zarar verici bir vasıta olabilir.
Diğer taraftan, üçüncü kişi lehine de zorunluluk hâlinin mümkün olduğunu ve bu anlamda üçüncü kişinin bunu isteyip istememiş olmasının da bir öneminin bulunmadığını belirtmemiz gerekir. Bu bağlamda örneğin, doğumun ananın hayatı için tehlike arz etmesi durumunda, anne çocuğun doğmasını ve kendisinin feda edilmiş olmasını istese dahi bunu yapmayıp bebeği ölü doğurtarak annenin hayatını kurtaran doktor zorunluluk hâlinden istifade edecektir.
Ayrıca doğal olarak, tehlike ile korunma davranışı arasında bir illiyedin varlığı zorunlu olduğu gibi mazeret sebebi olan zorunluluk hâlinden söz edebilmek için failin gerçekleştirmiş olduğu fiilin mutlaka tehlikeden kurtulmaya uygun bir fiil olması gerekmektedir.
Tazminat
Türk Borçlar Kanunu’nun 64/2. maddesine göre, “Kendisini veya başkasını açık ya da yakın bir zarar tehlikesinden korumak için diğer bir kişinin mallarına zarar verenin, bu zararı giderim yükümlülüğünü hâkim hakkaniyete göre belirler.”
Bu durum tıpkı meşru savunmadaki üçüncü kişiye verilen zararda olduğu gibidir. Kaldı ki kanunumuz zorunluluk hâlini bir hukuka uygunluk nedeni değil, kusurluluğu kaldıran neden olarak kabul ettiğinden, meydana gelen zararın karşılanacak olması gayet doğaldır zira eylem hukuka uygun hâle gelmemiştir. Ancak sorumluluğun tam bir tazminat sorumluluğu olmadığını da belirtmemiz gerekir.
Öte yandan gerek meşru savunmadaki gerek zorunluluk hâlindeki tazminat sorumluluğunun Türk Borçlar Kanunu’nda yer alan düzenlemeye dayandığına özellikle dikkat edilmelidir.
Kaza ve Tesadüf (Beklenmeyen Durum)
Ne fail ne de üçüncü kişiler tarafından öngörülmesi mümkün olan neticedir. Yani, öngörülmesi ve önlenmesi mümkün olmayan neticedir.
Başka bir ifadeyle, kaza ve tesadüfte netice, gerek fail tarafından sübjektif olarak, gerekse üçüncü kişi tarafından objektif olarak öngörülememektedir.
Beklenmeyen durumdan söz edebilmek için her şeyden önce bir insan hareketi söz konusu olmalıdır. Aksi halde birazdan inceleyeceğimiz “zorlayıcı neden” kavramı gündeme gelir. Örneğin, fail trafikte tüm kurallara riayet ederek aracını kullanmakta ancak o esnada önüne birden çocuk çıkmakta ve çocuğa çarparak onun ölümüne sebep olmaktadır. Burada failin hiçbir sorumluluğu yoktur. Çünkü biz insanları yalnızca öngörülebilir neticelerden ötürü sorumlu tutarız.
Kanunumuz, tıpkı 765 sayılı TCK’da olduğu gibi kaza ve tesadüften ayrıca söz etmemiştir.
Araya şu başlığı girelim ve bundan sonraki başlık numaralandırmalarını buna göre yapalım:
Mücbir Sebep
Dışarıdan gelen güce karşı direnmenin anlamsız olması ve iradenin herhangi bir şekilde ona karşı koyamaması söz konusu olur. Bundan ötürü, doğal olaylar bağlamında yıldırım, deprem, su baskını, fırtına, don gibi olaylar mücbir sebep sayılabilir.
Mücbir sebep yönünden etki eden gücün, kişinin karşı koyamayacağı güçte olması gerekir. Örneğin, makinistin tepeden yuvarlanan kayanın farkına varmasına rağmen treni durduramaması mücbir sebeptir.
Mücbir sebebin kaza ve tesadüf ile arasında olan şu farka dikkat edilmelidir: Mücbir sebepte fail iradesi dışında hareket etmeye zorlandığının farkında iken kaza ve tesadüfte failde bu yönde bir zorlama yoktur. Fail, belirli şekilde hareket etmeye zorlandığının farkında değildir.
Tıpkı kaza ve tesadüfte olduğu gibi mücbir sebep de Türk Ceza Kanunu’nda açıkça düzenlenmemiştir.
Cebir ve Şiddet (Maddi Zorlama)
Cebir, vis absoluta ve vis compulsiva şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Aslında her iki cebir türünde de kişi bir suç işlemeye “maddi olarak” zor- lanmaktadır. Ancak vis absoluta hâlinde, cebre maruz kalan kişi üzerinde, başka bir kişi mutlak suretle egemen olmakta, cebre maruz kalanın herhangi bir iradesi bulunmamaktadır. Örneğin bir kişinin parmağının zorla tutularak ona tetiğin çektirilmesinde durum böyledir. Bu durumda cebre maruz kalan kişinin ceza hukuku manasında bir hareketinden söz edilemeyeceği için kişinin parmağını tutarak ona zorla tetiği çektiren kişi doğrudan fail konumundadır.
Kanunumuzun kabul ettiği ve 28. maddede kastettiği cebir türü ise vis compulsiva dır. Cebrin bu türünde, failin fiili işlerken iradesi bulunmakla birlikte, zorlanması nedeniyle kınanabilir bir hareketinin yokluğu dolayısıyla kusuru bulunmamaktadır.
Kişinin aç bırakılması, dövme veya işkence gibi kötü muamelelerle başka birine karşı suç işlemeye sevk edilmesi buna örnek teşkil etmektedir. Dikkate değer ki kişinin üzerinde yine maddi bir güç kullanma hâli mevcut olmakla birlikte, iradesi varlığını yitirmemektedir. Ancak kişideki bu irade, karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı cebre yenik düşmektedir. İşte bu nedenle, yani hâlen kişinin iradesi mevcut olmaya devam ettiği için, kısacası cebre maruz kalan kişinin hareketi hâlen ceza hukuku manasında bir hareket teşkil ettiği için, Kanun’un 28. maddesi uyarınca cebri uygulayan kişi, vis absoluta hâlinden farklı olarak doğrudan fail değil, dolaylı fail olarak sorumlu tutulmaktadır.
Korkutma ve Tehdit (Manevi Zorlama)
Tehdit, kişinin bir zarara uğratılacağı hususunda korkutularak iradesine etkide bulunulması ve gelecekte belli bir şekilde hareket etmesinin sağlanması durumudur.
Tehdidin failin kusurunu ortadan kaldırabilmesi için, kişinin uğrayacağı zararın muhakkak olması ve bu zarardan kurtulma imkânının bulunmaması gerekir. Bu nedenlerle tehdit, karşı konulamayacak, katlanılamayacak bir tehdit olmalıdır. Bu ise kendiliğinden, tehdidin yöneldiği değerle işlenen suçun ihlal ettiği değer arasında orantı bulunması sonucunu doğurur. Yani gerçekten ve objektif olarak (ortalama her insanın işleyebileceği türden) yapılan tehdit neticesinde o suç işlenebilir olmalıdır. Bunun anlamı ise tehdidin belli bir ağırlıkta olmasıdır. Eğer ki faile her şeye rağmen bir tercih hakkı kalmış, yani failin iradesi objektif olarak tamamen ortadan kalkmamışsa, bu noktada bizce henüz kusurluluğu kaldıran bir tehditten bahsedilemez ancak duruma göre bu takdiri indirim nedeni olabilir. Bu bağlamda örneğin, banka görevlisine “Kasadaki milyon dolarları ver, yoksa ayağındaki nasıra basarım” şeklindeki bir tehdit yeterli olmayacak ancak “kafana sıkarım, akıllı ol” şeklindeki tehdit ise fazlasıyla yeterli olacaktır. Zira ve tekraren altını çizerek vurgulamak gerekirse, objektif olarak bakıldığında hiç kimse kasadaki paraları kendi canından daha değerli görmez.
Tehdit durumunda da dolaylı failliğe ilişkin hükümlerin uygulanması gerekir.
Cebre maruz kalan kişi, bu fiziki gücün meydana getirdiği acının etkisiyle belli bir davranışta bulunmaya zorlanmaktadır. Cebir hâlinde kişi bir acı hissetmektedir ve bu acının etkisiyle belli bir davranışı gerçekleştirmeye zorlanmaktadır. Buna karşılık, tehdit hâlinde, kişi bir tecavüzün, kötülüğün ileride meydana geleceği bildirilerek korkutulmakta, kişi üzerinde fiziki, maddi bir tesir icra edilmemektedir.