Ceza Hukukunda Hukuka Aykırılık Unsuru Nedir?
Suçun bir unsuru olarak hukuka aykırılık, işlenen fiile hukuk düzeni tarafından cevaz verilmemesi, fiilin bütün hukuk düzeni ile– çelişki ve çatışma hâlinde bulunması anlamına gelir.
Tipikliğin hukuka aykırılığın bir karinesi olduğunu yani tipik bir eylemin kural olarak hukuka aykırı olacağını daha önce söylemiştik. Ancak istisnai hâllerde hukuk düzeni, tipiklikte formüle edilmiş olan yasağı hukuka uygunluk nedenleri denilen müsaade edici durumların mevcudiyetinde kaldırır.
Hukuka Uygunluk Sebeplerinin Ortak Özellikleri
Hukuka uygunluk nedenleri sınırlı sayıda değildir, örf ve âdet hukukuyla dahi ortaya çıkabilirler. Hukuka uygunluk nedenlerinin örf ve adet hukuku esas alınarak genişletilmesi, kıyas yasağına aykırılık teşkil etmez.
A, B ve C gelin arabasının önünü kesmişler ve bahşiş istemişlerdir. Kendilerine verilen zarftaki bahşişi beğenmeyerek gelin arabasının önünden çekilmemişler, bunun üzerine de gelin ve damat kendilerinden şikâyetçi olmuştur. Bilindiği üzere ülkemizde gelin arabasının önünün kesilerek bahşiş istenmesi bir gelenektir ve genel olarak toplumda “hoşgörü” ile karşılanır. Dolayısıyla bu hoşgörü sınırı aşılmadığı müddetçe kanaatimizce bir suç da oluşmaz, oluşmamalıdır. Ancak olayda bahşişin beğenilmemesi nedeniyle arabanın önünden çekilmemek suretiyle bu sınır aşılmıştır. Ya da örneğin aracın önü kesildikten sonra damadın bahşiş vermeyeceğini söylemesinden sonra da gelin arabasının önünden çekilmek gerekir. Aksi hâlde “hoşgörü” sınırı aşılmış olur. Yine benzer bir olayda Yargıtay 6. CD 18.10.1988 tarih ve 8868/11188 sayılı kararında, çocukların oyun oynarken başkasının bahçesinden elma koparıp yemesini hırsızlık suçu olarak değerlendirmemiş, bu davranışı törelere, örf ve adete göre süregelen toplumsal bir alışkanlığın ve genel hoşgörünün doğal ve olağan bir tezahürü olarak görmüştür.
Hukuka uygunluk nedenleri arasında bir derecelendirme yoktur. Bir olayda birden fazla hukuka uygunluk nedeni bir arada bulunabilir ve böyle bir durumda bunların hepsi birlikte göz önünde bulundurulur. Örneğin polisin dur ihtarına silahla karşılık verilmesi durumunda polisin de bu kişilere karşı silah kullanması hâlinde “meşru müdafaa” ve “görevin ifası” hukuka uygunluk nedenleri bir arada bulunmuş olur.
Hukuka uygunluk sebepleri kusuru ortadan kaldıran nedenlerden (kusurluluğu kaldıran nedenler, failin iradesine yapılmış olan etkiden dolayı kusurlu hareket edebilmeye engel sebeplerdir. Kanunumuz, zorunluluk hâlini kusurluluğu ortadan kaldıran sebep olarak düzenlemiştir), şahsi cezasızlık sebeplerinden (şahsi cezasızlık sebeplerinde fiil tipe uygun ve hukuka aykırıdır; ancak failde mevcut bir şahsi sebepten dolayı ceza verilmemektedir), Cezalandırılabililme şartlarından (cezalandırılabilime şartları, kusur ve hukuka aykırılıkla ilgili olmayan, yalnız failin cezalandırılabilmesine engel teşkil eden objektif nitelikteki sebeplerdir) ve ceza muhakemesi şartlarından farklıdır (kovuşturma şartları, suç bütün unsurlarıyla gerçekleştikten sonra fail hakkında kovuşturma yapılabilmesi için bulunması gereken şartlardır).
Objektif niteliktedirler. Yani failin hukuka uygunluk sebebi içinde hareket edip etmediği fiilden sonra ortaya çıkan neticeye göre belirlenir. Dolayısıyla failin, daha en başta hukuka uygunluk sebebiyle hareket ettiğinin bilincinde olmasına gerek yoktur. Ancak bu görüşün aksini savunan yazarlar olduğunu da söylememiz gerekir.
Failin hukuka uygunluk sebebini kasten oluşturması durumunda bundan faydalanabilmesi mümkün değildir (art niyeti hiçbir kanun korumaz). Örneğin, karşısındakini tahrik ederek silahını kullanmasını sağlayan kişi, meşru müdafaa durumunda kaldığından söz edemez.53 Ancak failin, hukuka uygunluk sebebinden yararlanma kastıyla olmaksızın saldırıya bir şekilde kendisinin sebebiyet vermiş olduğu durumlarda hukuka uygunluk sebebinden yararlanabilmesi mümkündür. Bu husus aşağıda meşru müdafanın incelenmesi esnasında bir kez daha değinilecektir.
Hukuka uygunluk nedeni içinde hareket eden birine karşı hukuka uygunluk nedeni ile hareket edilemez. Yani hukuka uygunluk nedenine karşı hukuka uygunluk nedeni olmaz. Örneğin, A, B’nin ırzına geçmeye çalışırken C’nin O’nu engellemek istemesi üzerine A’nın C’yi silahla yaralaması olayında, C hukuka uygunluk sebebi içinde hareket ettiğinden, O’na karşı A’nın meşru müdafaa içinde olması kabul edilemez.
Failin fiili hukuka uygun olsa bile bununla doğal bağlantı içinde bulunmayan fiilleri hukuka aykırı kalmaya devam eder. Örneğin, ateş eden kişi meşru müdafaa sınırları içinde diğer bir kişiyi öldürse bile eğer ateş ettiği silah ruhsatsız ise kasten öldürmeden cezalandırılmasa bile ruhsatsız silah kullanmaktan cezalandırılır. Yine suçüstü durumunda “kanun hükmünü icra” hukuka uygunluk sebebi içinde hareket eden bir kimse yakaladığı kişiye hakaret ederse bundan dolayı cezalandırılacaktır.
Asli failin hareketi hukuka uygunsa, iştirakte bağlılık kuralı gereğince, iştirak edenler de hukuka uygun hareket etmiş kabul edilirler.
Hukuka uygunluk sebeplerinin varlığı halinde faile ceza verilmeyeceği gibi fail hakkında bir güvenlik tedbirine de hük- molunamaz.
Türk Ceza Kanunu’ndaki Hukuka Uygunluk Nedenleri
Hakkın İcrası (m.26/1)
Her şeyden önce belirtmemiz gereken husus, hakkın icrası hukuka uygunluk nedeni 5237 sayılı TCK ile kabul edilen bir hukuka uygunluk sebebidir. 765 sayılı Kanun’da böyle bir hukuka uygunluk sebebine yer verilmemekteydi.
Hakkını kullanan bir kimseye bundan dolayı ceza verilebilmesi mümkün değildir. Zira bir harekete izin veren hukuk düzeninin bu hareketi aynı zamanda yasaklamış olması düşünülemez.
Hak; kanun, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, tüzük, yönetmelik gibi nizamlara dayanabilir ve hukuken tanınmış ve düzenlenmiş olmak kay- dlyla, bir mesleğin icrasından (hatta örf ve âdet hukukundan) da doğabilir. Spor müsabakalarındaki durum bunun tipik örneğidir.
Hakkın icrası hukuka uygunluk nedeni, kamu görevlileri bakımından söz konusu olan kanun hükmünü yerine getirilmesi hukuka uygunluk nedeninin vatandaşlar bakımından karşılığı durumundadır.
Koşulları:
Kişiye tanınmış hukuken korunan sübjektif bir hak bulunmalıdır.
Hak, doğrudan doğruya hakkın tanındığı kişi tarafından kullanılabilen bir hak olmalı ve hak, doğrudan doğruya hak sahibi tarafından kullanılmalıdır (Hakkın kullanılmasında herhangi bir makam veya merciin karar veya izni gerekliyse, bu hukuka uygunluk sebebi olmaz. Örneğin A’nın B’den olan alacağını ancak mahkemeler veya icra daireleri vasıtasıyla tahsil edebilmesinde olduğu gibi).
Hak, hakkı tanıyan hukuk kurallarının koyduğu sınırlar içinde kullanılmış (kötüye kullanılmamış) olmalıdır. Örneğin, Yargıtay’a göre öğretmenlerin öğrencileri üzerinde tedip hakkı bulunmakla birlikte, bu hak hiçbir şekilde etkili eylemde bulunma şeklinde anlaşılamaz. Aksi hâlde hakkın kötüye kullanımı gerçekleşmiş olur.
Hakkın kullanılması ile işlenen fiil arasında sebep sonuç ilişkisi bulunmalıdır.
Hukuka Uygun Emrin Yerine Getirilmesi
Kanunumuzun 24/2. maddesinde “Yetkili bir merciden verilip, yerine getirilmesi görev gereği zorunlu olan bir emri uygulayan sorumlu olmaz. ” denilmektedir. Bu hükümden çıkan sonuç, yetkili bir merciden verilip de yerine getirilmesi zorunlu olan emrin hukuka uygun olması hâlinde, yine emri yerine getiren kamu görevlisinin bu hüküm gereğince cezalandırılmayacağı, ancak cezasız- lığının nedeni emir hukuka uygun olduğundan, hukuka uygun bir emri yerine getirenin de hukuka uygun hareket ettiğinin kabul edilmesidir. Dolayısıyla bu bir hukuka uygunluk sebebidir.
Cumhuriyet savcısının usulüne uygun vereceği gözaltı talimatı üzerine kolluk tarafından şüphelinin özgürlüğünün kısıtlanması hukuka uygun emrin yerine getirilmesine güzel bir örnektir.
Emrin hukuka aykırılığının açık olmadığı fakat astın emri denetlediğinde emrin hukuka uygunluğu konusunda bir şüpheye düşmediği durumlarda ast açısından hukuka uygun emrin yerine getirilmiş olduğunun ve bu nedenle de hukuka uygunluk sebebi içinde hareket ettiğinin kabulü gerekir (DİPNOT: Zafer, H. (2016). Ceza Hukuku Genel Hükümler (6. Bası). İstanbul: Beta Yayınevi., s. 332).
Emrin, hukuka uygunluğunun denetlenmesinin kanun tarafından engellendiği hâllerde, TCK’nın 24/4. maddesi uyarınca, yerine getirilmesinden sadece emri veren sorumludur.
Görev kapsamında verilmiş olsa dahi konusu suç teşkil eden emir, hiçbir surette yerine getirilmemelidir. Bu husus TCK’nın 24/3. maddesinde belirtilmiş ve aynı maddede konusu suç teşkil eden emri yerine getiren ile emri verenin birlikte sorumlu olacağı öngörülmüştür. Bu şekildeki bir emri yerine getirmek bir kenara, böyle bir emir alan ast kanaatimizce bunu yetkili mercilere de bildirmek durumundadır. Aksi takdirde kendisinin TCK’nın 279 uncu maddesi kapsamında sorumluluğu gündeme gelebilir. Buna göre örneğin, bir ildeki yatılı Kur’an Kursu’nda 15 yaşından küçük çocukların birbirlerine cinsel istismarda bulunmalarına rağmen il valisinin müftüye “Bu konuyu kapatalım” şeklindeki talimatı açıkça konusu suç teşkil eden bir emir olacağından, müftü istismar olayını yetkili makamlara bildirmek zorunda olduğu gibi valinin kendisine verdiği bu talimatı da suç duyurusuna konu etmelidir.
Hukuka aykırı fakat bağlayıcı olan emri yerine getiren kamu görevlisinin cezalandırılmamasının sebebi, kusurluluğunun kalkmış olmasıdır. Bu hususa aşağıda kusurluluğu etkileyen sebepler bahsinde değinilecektir.
Kanun Hükmünün İcrası (Görevin Yerine Getirilmesi-m. 24/1)
Kanunun hükmünü yerine getiren kimseye ceza verilmez. Hukuk düzeninin tekliği ilkesi gereği, bu doğal bir sonuçtur. Kanunun, bir yandan kişilere görev ve yetkiler verirken, diğer yandan bunun gereklerini yerine getirenleri cezalandırması düşünülemez. İİK’ya göre, haciz işlemi yapan memurun yetkisi ve PVSK’da polisler için kabul edilen yetkiler bu türden bir yetkidir. Yine bilirkişilik görevinin yerine getirilmesi, (CMK 62 vd.), terbiye yetkisinin kullanılması (TCK m. 232), suçüstü hâlinde herkesin yakalama yapabilmesi (CMK m. 90) bu türden yetkiye örneklerdir.
Eylem, yasanın yetkili kıldığı kişi tarafından ve yasa hükümlerine uygun olarak gerçekleştirilmiş olmalıdır. Görevin yerine getirilmesi esnasında sınırın aşılması hâlinde TCK m. 27, hata hâllerinde ise TCK m. 30 gözönünde bulundurulacaktır.
İlgilinin Rızası (m. 26/2)
Kanun’un 26/2. maddesi uyarınca, “Kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilmez.” O hâlde ilgilinin rızasını, “bir hukuksal değer üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan kişinin, söz konusu hukuksal değerinden hukuken geçerli olacak şekilde vazgeçmesi” şeklinde tanımlayabiliriz.
Söz konusu hukuka uygunluk nedeni 765 sayılı TCK’da yer almamaktaydı. 5237 sayılı TCK ile birlikte normatif bir düzenlemeye kavuşmuştur.
Geçerli bir rızadan bahsedebilmek için ehliyete, açıklamaya ve konuya ilişkin birtakım koşulların oluşmuş olması gerekir.
RIZANIN ŞARTLARI
Ehliyete ilişkin şartlar; Kendisi aleyhine suç işlenmesine razı olan kişinin, her şeyden önce bu rızayı açıklamaya ehil olması gerekir. Dolayısıyla bu kişi hem o hakkın sahibi olmalı (1) hem de rıza beyan etme yetkisine sahip olmalıdır.
İlgililerin birden fazla olması hâlinde ise kural olarak her bir kişinin ayrı rıza beyanında bulunması gerekir. Buna karşılık TCK m. 116/3’te ayrık bir düzenlemeye yer verilmiş ve evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun ya da işyerinin birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin dahi rızası, meşru bir amaca yönelikse, yeterli görülmüştür.
Açıklamaya ilişkin şartlar; Açıklanış biçimi önemsizdir. Açık veya örtülü, yazılı, sözlü ya da işaretle bile olabilir; yeter ki kişinin davranışlarından fiile rıza gösterdiği tereddütsüz bir şekilde anlaşılabilsin. Bu noktada önemli olan husus, açıklamanın sakatlanmamış olmasıdır. Rıza açıklaması mutlaka fiilden önce ama en geç fiilin gerçekleştirilmesinden hemen önce, yani icra hareketlerine başlandığı sırada yapılması gerekil. Çünkü rıza açıklaması geçmişe etkili olmaz (İcazet fiili hukuka uygun kılmaz). Rızanın verildikten sonra geri alınmış olması durumunda ise, geri alınma anına kadar yapılan hareketler, diğer şartların da varlığı hâlinde hukuka uygun, ondan sonra yapılanlar ise hukuka aykırı addedilecektir.
Sözde (varsayılan) rıza ise kural olarak geçerlidir. Rızanın zamanında açıklanmadığı hâllerde, ilgiliye sorulsaydı zaten rıza gösterirdi denilebilen durumlarda varsayılan rıza söz konusu olur. Ancak bunun geçerli olabilmesi için somut olaydaki tehlikenin belli bir ağırlıkta olması gerekir. Bu bağlamda örneğin doktorun bilinci kapalı ve ölmek üzere olan hastayı ameliyat etmesinde varsayılan rıza mevcutken, yine bilinci kapalı olan ancak hayati tehlikesi bulunmayan hastayı acilen ameliyat etmesinde varsayılan rıza söz konusu olmayacaktır.
Öte yandan açıklanmış rızanın hile, tehdit, cebir gibi irade fesadı hâlleriyle sakatlanmamış olması da gerekir. Örneğin, dolandırıcılık suçu bakımından mağdurun rızası var ise de bu rıza hile ile elde edilmiş olduğundan geçerli değildir.
Konuya ilişkin şartlar; Suç, rızanın ilişkin olduğu konuda işlenmeli ve mağdurun suçun konusu üzerinde mutlak surette tasarruf etme hakkı olmalıdır. Örneğin kişinin yaşam hakkı üzerinde göstereceği rızanın hukuk sistemimizde bir önemi yoktur. Çünkü bu hak, sahibinin üzerinde tasarruf edebileceği haklardan değildir. Nitekim Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 13. maddesi de ötenaziyi açıkça yasaklamaktadır.